Güneş Kayacı
Russell Jacoby
Belleğini Yitiren Toplum
Ayrıntı Yayınları, 1996
Psikoloji toplumsal ve nesnel etkenlerin gizlendiği bir görünüşün pozitivist şemalarla ifade edilme pratiği haline geldi. Bu durumu anlamlandırabilmek açısından bu kitap elzem bir okuma olabilir diye düşünüyorum. Alt başlığı ‘Adlerden Laing’e konformist psikolojinin elştirisi’ olan bu kitapta Jacoby, Freud’un devrimci yönünün unutturulmasını psikolojinin konformist bir anlayışla kurgulanmasına dayandırıyor ve bu durumun sonuçlarına dikkati çekiyor. Jacoby aslında bir tarihçi, ama bu kitabın derdi psikanalizin tarihsel gelişimini anlatmak değil. Psikanalizin, daha çok da marksizmi ve psikanalizi yan yana getirmeye çalışan kuramların konformizme yenik düşme sürecini anlatmak. Temel argüman şu: psikanalizi unutmayı seçtik çünkü psikanaliz rahatsız ediciydi.
Psikolojinin toplumsal ilginin bir odağı haline gelmesinin rastlantı olmadığını, bunun içinde yaşadığımız dönemin bireyi yok olmaya mahkûm eden bir dönem olmasından kaynaklandığını belirterek başlıyor yazar. Belleği olmadan yaşayan, şimdisini yadsıyarak kendini gelecek bir zamana endekslemiş olan birey yok oluş içerisinde. Her alanda devinim olumlanıyor, yeni eskinin önüne geçiyor. Düşünce ve değerler de zamanın felsefesinden nasibini almış durumda, onlar da kullanılıp atılıyorlar. Bunun en olumsuz sonucu ise fikir ve değerlerin yeni olduğu yanılsamasının onların dönüşüme fırsat vermemesi, yani ilerlemeyi engellemesi ve var olan toplumsal sistemi desteklemesi.
Psikoloji de dinamik teorileriyle bu yok oluşun bir parçası haline gelmenin açmazını yaşıyor. Yeni kuramlar, yeni müdahale biçimleri hızla eskilerinin yerini alıyor. Psikanaliz özelinde incelendiğinde konformizm gayet açık görülüyor: psikanaliz pozitivizme uyarlanmaya çalışıldığı ölçüde konformizme yenik düşüyor.
Jacoby ilk olarak, psikanalizin revizyonizm, ortodoksluk gibi kavramlarla konformist psikolojinin egemen kültürel yönelim içindeki yerini ortaya koyuyor. İkinci bölümde Adler’in Freud’un teorisinden kopuşunu ve bu kopuşun tarihi boyutunu ele almış. Aynı zamanda Frankfurt Okulu ve Erich Fromm, Karen Horney, Clara Thomson ve Harry S. Sullivan’dan oluşan Neo-Freudcular arasındaki sorunları ele alıyor. Bu noktada özellikle karşı durduğu görüş, burjuva toplumunun kendi yarattığı marazın o koşullar değişmeden ortadan kaldırılabilir olduğu görüşü.
Hümanist psikolojiyi, ‘insanlık dışı koşulları yok etmeyi değil, insancıllaştırmayı amaçlamak’ la eleştiriyor. Bu çok haklı bir vurgu çünkü ‘dönüşüm’ iddiasına rağmen psikoloji bu dönüşümün niteliğini ne toplumsal ne de bireysel alanda anlayabilmiş, tanımlayabilmiş değil. Bu dönüşüm tasavvuruna göre, toplum insani değerler üzerine eğitim ya da işbirliği yoluyla iyileştirilebilir. Bu kurgunun ileri boyutu da toplumun bütün öğelerinin bir odada toplanması ve daha iyi olana yöneltilmesine kadar gidebiliyor.
Üçüncü bölümde Abraham Maslow, Gordon Allport, Carl Rogers gibi daha çok varoluşçu bir psikoloji geleneğine yakın isimlerin konformizmine değiniyor. Bu kuramların psikanalizi fazla entelektüel, fazla uzak hale getirmesinden yakınıyor. Ona göre ‘sentetik bir toplumun parolası haline gelen otantiklik, önüne geleni yıkarak yolu açtı’, bu noktada varoluşçuluk ve onun kurguladığı özne modeli öne çıktı. Genel iflasa karşı bireysel çözüm vurgulandı ve işin dolayımı gözden kaçtı.Kısaca, doğa bilimlerindeki yasalar toplumsal yasalarla eş tutulmaya çalışıldı ve ikincil doğanın, yani çökelmiş tarihin diyalektik analizi gözden kaçtı.
Dördüncü bölüm olumsuz bir psikoanaliz, ya da öznel olmayan bir öznellik kuramı ortaya koyuyor. İçinde yaşadığımız toplumun kendi karakter biçimlerini yaratıyor, hatta dayatıyor. Bu durumdan sıyrılmak adına özne, kendini marazlı hale getiren maddi ve toplumsal koşullar hakkında içgörü kazanmalı diyor Jacoby. Yani ‘birey olmak için önce birey olmadığının farkına varmalı’. Daha ötesi için de toplumsal sınıf gibi belirleyici dolayımları da içine alan bir duruş gerekiyor.
Diğer bölümler R.D.Laing ve D. Cooper’ın radikal psikolojisi üzerinden kuram ve terapi diyalektiğini ve sorunlarını ele alıyor. Psişik ilkyardımın özgürleşme olamayacağını ve bu ikisini aynı şeylermiş gibi kurgulamanın tehlikelerinden bahsediyor.
Adorno ve Marcuse’nin Freud hakkındaki yorumlarından faydalanan yazar, psikanalizin pazarlamak adına ego-psikolojisine, bir iyileştirme metodolojisine dönüştürülmesine karşı çıkıyor. Kitap, bu dönüşümün bireyi özgürleştirme adının arkasında nasıl gizlendiğini anlamak açısından çok önemli bir kaynak.