Bilgi Üni. Travma Çalışmaları Programı Hk. Tartışmalar
|
|
Aşağıda, Bilgi Üniversitesi Travma Çalışmaları Sertifika Programı üzerine Güneş Sevinç ve Baran Gürsel tarafından yazılmış Psikopolitik Bir Araç Olarak Travma ve Uzmanlaşma; buna cevaben Murat Paker tarafından yazılmış Ezber, Önyargı ve Hakareti Eleştiri Sanmak; Murat Paker'in bu metni üzerine Güneş Sevinç ve Baran Gürsel tarafından yazılmış Murat Paker'in Argümanlarına Dair başlıklı yazıları aşağıda sizinle paylaşıyoruz.
----------------------------------------------------------------------------------------Psikopolitik Bir Araç Olarak Travma ve Uzmanlaşma
Güneş Sevinç*, Baran Gürsel*
*Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği (TODAP) üyesi
Yaşadığımız topraklarda, son yıllarda, travma kavramını ve TSSB (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) oldukça sık duymaya başladık. Medyada, akademide, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında travma tartışmaları yapılıyor, sempozyumlar ve eğitim programları düzenleniyor. Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenecek olan Travma Çalışmaları Sertifika Programı da bunlardan biri. Travma alanında daha donanımlı uzmanlar yaratmayı hedefleyen bu program bağlamında böyle eğitimlerin yöntemleri ve toplumsal işlevleri açısından iyi tahlil edilmeleri gerekiyor.
Travma kavramının kendisi de, TSSB de aslında tarihsel, toplumsal ve politik olanın psikolojikleştirilmesi açısından dikkatle ele alınması gereken kavramlar. Psi-bilimlerinde travmaya dair anaakım yaklaşım genelde politik boyutu yok sayar ve toplumsal farkındalığa değil bireysel sağaltıma vurgu yapar. Bu nedenle ücretli bir sertifika programının tanıtımda kullanılan dilin ve tanıtımın muhalif vurgular içermesi; işkence, savaş, kadına yönelik şiddet ve kırımların yarattığı travmatik etkilerdeki toplumsallığa değinilmesi oldukça önemli. Bununla birlikte, bu vurgunun ücretli bir sertifika programında yapılıyor olması ve programın bir özel üniversitenin reklam aracı olarak kullanılması konuya ilgi duyanların ilk bakışta fark ettikleri bir çelişki oluşturuyor.
Psikolog olarak diyebiliriz ki, ülkemizde yaşanmış olan travmalarla yüzleşmek, travmalara sebep olan kişi, kurum ve yapıları anlamak ve travmaların tekrarlanmaması için onlarla mücadele etmek oldukça önemli. Hatta burada bahsedilen ve toplumun tüm kesimlerinin dahil olması gereken yüzleşme bireysel sağaltımın da kilit noktasında. Yine de travma konusunda toplumsallığı vurgularken, travma konusunda toplumsal bilinci artırmak üzere açık toplantılar düzenlemek yerine, 6500 TL ücretli sertifika programlarıyla “uzmanlar” yaratmayı hedeflemek bir takım toplumsal çelişkileri derinleştirme riskini barındırıyor.
Programın tanıtımında da Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde, geçmişte yaşanmış ve bugün halen yaşanan travmalarla yüzleşmesinin öneminden bahsediliyor ve bu program aracılığıyla hakları ihlal edilmiş insanların onurlu ve barışçıl bir hayat yaşamasına katkıda bulunacağı iddia ediliyor. Yine de ücretli sertifika programlarının sonucu toplumsal işlevi yukarıda bahsedilenler değil, uzmanlaşmanın derinleşmesi, edinilen bilgi ve uzmanlığın paraya tahvil edilmesi, adaletsizliğin artması oluyor. Çünkü paralı eğitim döngüsünün bir parçası olan bu programlara tahmin edileceği gibi erişim hiç de kolay değil ve psikologlar ya da psikoloji öğrencileri erişimde eşit koşullara sahip değiller. Hatta bu sertifika programları, bir kısmı zaten lisans veya lisansüstü eğitiminde almamız gereken bilgilerin bize ücret karşılığında, çoğu zaman da çok yüksek ücretler karşılığında verildiği “ticari faaliyetler”.
Travmaya dair bütünlüklü bir bakış açısıyla çalışmalar yapmak ve muhalifliği pazarlanabilir bir unsur haline getirmek yerine bilgiyi paylaşmanın alternatif ve ilkelerimizle tutarlı yolları mevcut. Eylem ve söylemlerimizin tutarlı olması adına, adalet ve demokrasiyi bu kadar vurguladığımız bir yerde özellikle acılardan süzülen bilgi ve deneyimin herkes için ulaşılabilir olması için yollar aramak, başka bir dünya özlemimizin nüvelerini eylemimizde de oluşturmaya çalışmak önemli.
Bu tip eğitimlerin başka türlü kurgulanamayacağına dair inancın aksine biz bunun oldukça mümkün olduğunu iddia ediyor ve programı hazırlayanları, programa katılmayı planlayanları, tüm ilgilenenleri bir araya gelme fırsatı bulduğumuzda, alternatifleri ve psikopolitik bir araç olarak travmayı açık toplantılarla tartışmaya davet ediyoruz. --------------------------------------------------------------------------------------------------------------“Psikopolitik bir araç olarak travma ve uzmanlaşma:Ezber, önyargı ve hakareti eleştiri sanmak
Murat Paker, 8 Eylül 2012
Kendilerini “TODAP üyesi” olarak tanıtan Güneş Sevinç ve Baran Gürsel, İstanbul Bilgi Üniversitesi bünyesinde, ulusal ve uluslararası geniş bir uzman desteği ve katılımıyla oluşturduğumuz “Travma Çalışmaları Sertifika Programı”nı eleştiren, “Psikopolitik bir araç olarak travma ve uzmanlaşma” başlıklı bir yazı kaleme almışlar ve TODAP sitesinde yayınlayıp, mesleki listelere göndermişler. Belli ki 5 Eylül 2012’de Radikal Gazetesi’nde yayınlanan, Pınar Öğünç’e verdiğim mülakatın bir kısmında bu yeni sertifika programından bahsedilmesini “uygunsuz bir reklam” olarak görmüşler (gazeteye böyle yazmışlar), bunun üzerine, gidip programı biraz incelemişler ve aşağıda eleştireceğim eleştirilerini yazma gereği duymuşlar.
Böylesi bir yazı yazmayı hiç istemezdim. Keşke yazarlar, yeterince araştırma yaptıktan ve/veya bu program konusunda bize sorduktan sonra fikir oluşturmayı deneselerdi. Böylece belki eleştirilerinin tamamen isabetsiz olmasından kaçınmış olabilirlerdi. Mesele sadece isabetsiz eleştiri olsaydı, “olur böyle şeyler, herkes her şeyi anlamak zorunda değil” der, cevap yazmakla hiç uğraşmayabilirdim. Aşağıda göstereceğim gibi eleştiriyle yetinmeyip işi hakarete ve ithama vardırdıkları için, onların bu makalesini okuyup, durumu tam bilmeyip de kafası bulanabilecekler için cevap yazmanın iyi olabileceğine karar verdim. O yüzden yazarların makalesinin her bir paragrafını “ciddiye alıp” analiz edeceğim.
Sırayla gidelim (italikler Güneş Sevinç ve Baran Gürsel’in eleştirileri oluyor; parça parça bütün makale aşağıda; siteden aynen aldım, imla problemleri vb. bana ait değildir):
İlk paragraf şöyle:
“Yaşadığımız topraklarda, son yıllarda, travma kavramını ve TSSB (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) oldukça sık duymaya başladık. Medyada, akademide, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında travma tartışmaları yapılıyor, sempozyumlar ve eğitim programları düzenleniyor. Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenecek olan Travma Çalışmaları Sertifika Programı da bunlardan biri. Travma alanında daha donanımlı uzmanlar yaratmayı hedefleyen bu program bağlamında böyle eğitimlerin yöntemleri ve toplumsal işlevleri açısından iyi tahlil edilmeleri gerekiyor.”
Yazarların temel derdinin bizim travma sertifika programımızın “eğitim yöntemlerini” ve de “toplumsal işlevlerini” tahlil etmek olduğu anlaşılıyor. Gayet güzel.,
Travma kavramının kendisi de, TSSB’de aslında tarihsel, toplumsal ve politik olanın psikolojikleştirilmesi açısından dikkatle ele alınması gereken kavramlar. Psi-bilimlerinde travmaya dair anaakım yaklaşım genelde politik boyutu yok sayar ve toplumsal farkındalığa değil bireysel sağaltıma vurgu yapar. Bu nedenle ücretli bir sertifika programının tanıtımda kullanılan dilin ve tanıtımın muhalif vurgular içermesi; işkence, savaş, kadına yönelik şiddet ve kırımların yarattığı travmatik etkilerdeki toplumsallığa değinilmesi oldukça önemli. Bununla birlikte, bu vurgunun ücretli bir sertifika programında yapılıyor olması ve programın bir özel üniversitenin reklam aracı olarak kullanılması konuya ilgi duyanların ilk bakışta fark ettikleri bir çelişki oluşturuyor.
Bu paragraftaki problemli noktaları listelersem:
- Programımızı biraz da olsa inceleyen biri oldukça özgün ve zengin bir program olduğunu anlar, herhangi bir TSSB vurgusu olmadığını, sosyo-politik bağlamların azami derecede gözetildiğini, vb. görür.
- Yine Türkiye’deki travma alanını bir miktar tanıyan biri, bu sertifika programını kuran ve eğitim vermeye hazırlanan insanların hepsinin mesleki hayatları boyunca psikotravmatoloji denilen alanın sosyo-politik bağlamına oturtulması için akademisyen, araştırmacı, klinisyen ve de evet aktivist olarak neler yaptığını/yapmaya devam ettiğini ve bu yapıp ettikleri yüzünden ne tür zorluklarla karşılaştıklarını bilir. Sosyo-politik bağlamın ve de politik anlamlandırmanın psikotravmatolojideki öneminden bahsedebiliyorsak, bunun Türkiye’deki müsebbipleri, aralarında olmaktan onur duyduğum, bizim sertifika programımızda eğitimci/süpervizör olarak yer alan insanların yirmi yılı aşkın süredir yaptıkları çalışmalar ve mücadelelerdir.
- Yazarlara göre program tanıtımındaki sosyo-politik bağlam vurgusunun ücretli bir sertifika programında yapılması bir çelişkiymiş. Türkiye’de bugün ciddi bilgi/beceri kazandıran hiçbir sertifika programı ücretsiz değildir. Birkaç saatlik değil, 10 ay sürecek, uluslararası bir programdan bahsediyoruz. Böylesi eğitim programlarının tabii ki bir maliyeti var (aşağıda bu maliyet işine daha ayrıntılı gireceğim). Yazarların maliyetsiz bir eğitim programı gibi bir fantazileri olduğunu sanmıyorum, yaşları herhalde o kadar küçük değildir. Bu programların ücretsiz olabilmeleri için bu maliyeti birilerinin ya da bazı kurumların karşılaması gerekiyor. Bu tür durumlarda maliyeti karşılamak için önümüzde kabaca dört seçenek var:
- “Kamu bütçesinden karşılansın, devlet yapsın!”: Tabii bu durumda, sosyo-politik bağlam vurgusu, devlet şiddeti eleştirisi vb. nasıl bir şey olur, yazarlara sormak lazım.
- “Özel bir kuruluştan fon bulalım, bütün maliyeti onlar karşılasın!”: Tüm maliyeti bu yolla karşılamak, hem gerçekçi değil, hem de yine özerklik meseleleri burada da söz konusu olabilir.
- “Canım para neden lazım, eğitimciler/idare para almasınlar, her şey gönüllü yapılsın!”: Bu durumda ABD’den, Avrupa’dan hiçbir şekilde uzman getiremezsiniz; yerli uzmanlarda da belli bir yere kadar nazınız geçebilir; ama yoğun bir iş yükü bekliyorsanız onların emeğinin karşılığını da en azından kısmen ödemek zorundasınız; mutlak bir emek-sömürüsünden yana değilseniz.
- “Maliyetin bütününü hizmeti alanlar (yani eğitime katılacak olanlar) karşılasın!”: O zaman da işte, böylesi uluslararası bir program pahalı oluyor, fırsat eşitsizliği yaratıyor, vb.
Böylesi bir durumda yazarlar, “halka açık toplantılar dışında” ne tür bir yol tercih ederlerdi bilemiyorum ama, biz (b), (c) ve (d) seçeneklerini harmanlayan melez ve özgün bir yol geliştirdik. Öncelikle (a) seçeneğini bilinçli olarak dışarıda bıraktık. Türkiye Devleti dâhil, herhangi bir devletten bu program için bir mali destek alınmaması gerektiğini düşündük; her tür özerkliğimizi ve dolayısıyla eleştiri özgürlüğümüzü koruyabilmek için. Sonra ciddi bir maliyet hesabı yaptık. Bütün eğitimciler ve üniversite, rayiç ücretler/fiyatlar üzerinden hesaplandığında bu programın çok pahalı olacağını gördük. O kadar pahalı bir program anlamlı olmazdı, programdan faydalanmasını umduğumuz profil o kadar para veremezdi. O zaman eğitimci ücretlerini rayiç altına (1/2 veya 1/3 oranında) düşürdük, üniversitenin alacağı masraf kalemlerini de aynı şekilde indirdik ve programı “kar-amacı gütmeyen” ve eğitimcilerin kısmi gönüllü katkı yaptığı, kısaca masrafını çıkartan bir bütçe haline getirdik ve mevcut program ücretlerine ulaştık. Klinisyen olmayanlar için Modül 1 (65 saat – 2000 TL, yani 30 TL/saat, %18 KDV dahil) ve klinisyenler için Modül 2 (180 saat – 6500 TL, yani 36 TL/saat, %18 KDV dahil). Bu ücretler uluslararası eğitimci katılımlı ve çevirmenli bir eğitim programı için mevcut piyasa koşullarında gayet makul ücretler.
Ancak yine de bu ücretler bize yüksek geliyordu ve birçok insanın ödeyemeyeceğini düşünüyorduk. O yüzden mutlaka ciddi bir burs programı geliştirmemiz gerekiyordu. Bunun için de Açık Toplum Vakfı’na başvurduk, program bütçesinin yaklaşık 1/3’ünü bu vakıftan mali yardım olarak aldık. Bu parayı tam ya da yarım burslar olarak dağıtacağız. Programa kabul edeceğimiz 40-50 kişinin az kısmı tam burs alacak, yani “ücretsiz”, çoğunluk ise “yarı-ücretli” olarak programa devam edecek. Tam ücret verenler de olacak.
Bununla da yetinmedik, burs vereceklerimize travma mağdurları için çalışan bir STK’da burs oranına göre belli bir saat “gönüllü” hizmet şartı getirdik. Bu sayede travma mağdurları için toplam 5000-6000 saatlik bir profesyonel hizmet havuzu yaratmış olacağız. Bu üretilecek hizmetin, ne Bilgi Üniversitesi’yle, ne de bizlerle bir ilgisi olacak. Travma alanında çalışan birçok STK’ya çok ciddi bir profesyonel insan gücü girişi sağlamış olacağız.
Bu geliştirdiğimiz yol çok ideal bir yol mudur? Tabii ki değil. Ama mevcut imkanlar ve tutturmak istediğimiz eğitim kapsamı/kalitesi arasındaki dengede bulunabilecek en optimal çözüm gibi görünüyor bize. Başkası aynı paraya daha iyisini yapsın ya da daha ucuza aynı kalite düzeyini tuttursun, alkışlayalım. Ama tercihan “ya hep ya hiç kolaycılığı” yapmayalım.
4. Yine, yazarlara göre bu program, özel bir üniversitenin reklam aracı olarak kullanılıyormuş, bu da bir çelişkiymiş. Türkiye’de henüz “kar-amacı güden özel üniversite” yok. Mevcutlar vakıf üniversiteleri. Mevcut hükümet önümüzdeki dönemde kar-amacı-güden özel üniversitelere de yol açacak yasal değişiklik hazırlığı içinde. Ticari üniversite bütün dünyada, eğitim kalitesini düşüren kötü bir şey, o yüzden hep birlikte bu değişikliğe karşı çıkmak, direnmek önemli. Yazarlar, bu özel-vakıf üniversitesi ayrımının ne kadar farkındalar bilemiyorum, ama bu çok önemli bir ayrım. Benim çalıştığım üniversite dâhil, Türkiye’deki vakıf üniversitelerinin bin türlü sorunu var; devlet üniversitelerinin de bin türlü sorunu olduğu gibi. Bunların bir kısmının yasak olmasına rağmen çeşitli manipülasyonlarla “kar-transferi” yaptığı da söyleniyor/biliniyor. Ama bunların hiç biri vakıf üniversitelerini kategorik olarak “kötü” yapmaz. Dünyanın en iyi üniversitelerinin çoğu vakıf üniversiteleridir. Türkiye’de de iyi vakıf üniversiteleri vardır; vakıf üniversitelerinin kimilerinde gayet iyi bölümler/programlar vardır. Bilgi Üniversitesi’nde de gayet iyi bölümler/programlar vardır. Akademisyen olarak bizlerin işi kaliteli akademik iş üretmek ve bu üretime engel olan durumlara karşı direnmektir. Bu amacın da katkısıyla örneğin, birkaç yıldır Bilgi’de bizlerin de katılımıyla sendikal örgütlenme çalışmaları yapılmaktadır. Vakıf üniversiteleri arasında ilk ve tektir hala. Çok uzak olmadığımız örgütlenme barajını geçtiğimizde, Türkiye’de ilk kez bir üniversitede toplu iş sözleşmesi yapılmış olacak. Bilgi’de, bütün üniversitelerde olduğu gibi, bizim de şikâyetçi olduğumuz ve değişmesi için mücadele ettiğimiz birçok problem var kuşkusuz; diğer üniversitelerden farklı olarak ciddi bir sendikal örgütlenmemiz de var. Bütün bunlar kaliteli akademik program kurup yürütmemize engel oluşturmuyor. Sendikal mücadele de yaparız, dünya standartlarında, içimize sinen akademik programlar da yürütürüz.
Herhangi bir vakıf üniversitesinde uluslararası bağlantıları da olan gayet özgün/yepyeni bir program açılırsa, hele bu program formatı/içeriği gereği, Türkiye’de mebzul miktarda bulunan travma mağdurları için önemli bir katkı sağlayacaksa, tabii ki kimi gazeteciler bununla ilgilenip haber yapmak isteyecektir. Bundan doğal ne olabilir? Yazarların kafasında bir sürü yanlış ve önyargı bir araya geldiğinde ortaya “Bilgi Üniversitesi = özel/ticari üniversite = mutlak kötü/şeytan = Bilgi’de olan her şey kötü = travma gibi kutsal bir konunun şeytana çerez/reklam edilmesi çok çok kötü” gibi bir denklemin çıktığı anlaşılmaktadır.
Hepimizin desteklemesi gereken “kaliteli/ücretsiz kamusal eğitim” gibi bir talebi yükseltmek başka, uzun yıllardır ülkemizin bir gerçeği olan vakıf üniversitelerini şeytanlaştırmak başka. Yazarların bu iki konuyu birbirine karıştırdıkları anlaşılıyor.
“Psikolog olarak diyebiliriz ki, ülkemizde yaşanmış olan travmalarla yüzleşmek, travmalara sebep olan kişi, kurum ve yapıları anlamak ve travmaların tekrarlanmaması için onlarla mücadele etmek oldukça önemli. Hatta burada bahsedilen ve toplumun tüm kesimlerinin dahil olması gereken yüzleşme bireysel sağaltımın da kilit noktasında. Yine de travma konusunda toplumsallığı vurgularken, travma konusunda toplumsal bilinci artırmak üzere açık toplantılar düzenlemek yerine, 6500 TL ücretli sertifika programlarıyla “uzmanlar” yaratmayı hedeflemek bir takım toplumsal çelişkileri derinleştirme riskini barındırıyor.”
6500 TL konusunu yukarıda yazmıştım, geçiyorum. Şu “açık toplantılar – uzmanlar” karşıtlığının kurulmuş olması çok ilginç görünüyor. Yanlış anlamıyorsam, yazarlar şunu demek istiyorlar: “Ne gerek var travma psikolojisi konusunda uzman yetiştirmeye, hem de bu kadar paraya? Yapalım şöyle halka açık toplantılar, ücretsiz tabii, bilinçlensin insanlar travma konusunda.”
Yazarların anlamadığı ya da anlamak istemediği kısaca şu:
Bu sertifika programı, bir halkı bilinçlendirme programı değildir, zaten belli meslekleri/uzmanlıkları olan kişileri psikotravmatoloji konusunda daha donanımlı hale getirmeyi amaçlayan bir programdır. Modül 1’de travma mağdurlarıyla çalışan ya da çalışmak isteyebilecek avukatlara, gazetecilere, STK çalışanlarına, klinisyen olmayan psikologlara temel bir eğitim (65 saat) verilecektir. Bunun önemini kavrayamayan olmaz diye tahmin edip, ayrıntıya girmiyorum. Modül 2 ise sadece klinisyenlere açık olan, psikotravmatoloji konusunda daha derinlikli bilgi ve de klinik süpervizyon sunan bir programdır (140 teorik + 40 süpervizyon = 180 saat).
Biz bunu hedefledik, yani zaten belli bir uzmanlığı olanları psikotravmatoloji konusunda daha donanımlı hale getirmek. Yazarlar, “bu yanlış bir hedeftir, aslolan halka açık ücretsiz toplantılar düzenlemektir” diyorlarsa, onlara basitçe, böylesi toplantılar düzenlemek için de belli donanımlara sahip yüzlerce insana/uzmana ihtiyaç olacağını ve de bu iki yöntemin birbirinin alternatifi değil ancak tamamlayıcısı olabileceğini söylemek gerekir. Kimse kimsenin elini tutmuyor, yazarlar, yetkinliklerine güveniyorlarsa uygun buldukları gibi programlar geliştirebilirler.
Programın tanıtımında da Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde, geçmişte yaşanmış ve bugün halen yaşanan travmalarla yüzleşmesinin öneminden bahsediliyor ve bu program aracılığıyla hakları ihlal edilmiş insanların onurlu ve barışçıl bir hayat yaşamasına katkıda bulunacağı iddia ediliyor. Yine de ücretli sertifika programlarının sonucu toplumsal işlevi yukarıda bahsedilenler değil, uzmanlaşmanın derinleşmesi, edinilen bilgi ve uzmanlığın paraya tahvil edilmesi, adaletsizliğin artması oluyor. Çünkü paralı eğitim döngüsünün bir parçası olan bu programlara tahmin edileceği gibi erişim hiç de kolay değil ve psikologlar ya da psikoloji öğrencileri erişimde eşit koşullara sahip değiller. Hatta bu sertifika programları, bir kısmı zaten lisans veya lisansüstü eğitiminde almamız gereken bilgilerin bize ücret karşılığında, çoğu zaman da çok yüksek ücretler karşılığında verildiği “ticari faaliyetler”.
Bu paragrafla birlikte yazarlar, artık iyice kantarın topuzunu kaçırmış ve önyargı havuzlarında boğulmuş oluyorlar. Yazarlar, muhtemelen farkında değiller ama şunu demiş oluyorlar: “Bir şeyi para vererek öğrenmişsen, ondan hayır gelmez, iyi bir şey yapman mümkün değildir; bir kere ruhunu satmış oluyorsun, artık sen pis kapitalizmin bir oyuncağısın. Mesela paralı bir tıp fakültesine mi gittin, artık bir hekim olarak insanlara yardım etmen mümkün değildir. Paralı bir hukuk fakültesine mi gittin, artık satılmışsın, insanların iyiliği için çalışman mümkün olmaz. Paralı bir terapi okuluna/kursuna mı gittin, artık terapi danışanlarına hayatta yardım edemezsin.”
Nedense ama, tanıdığım bir çok TODAP üyesi psikolog mesela, ücretli/özel (hatta bayağı yüksek ücretli) terapi yapmaktan hiç geri kalmıyor. Maliyetlerin nereden karşılanacağı belli olmasa bile eğitimler tamamen ücretsiz olmalı, uzmanlık eğitimine de gerek yok; ama ücretli terapi yapılabilir, bunda hiçbir sakınca yok !?!
Yine paragrafa dönüp yazarların önyargılarını sıralayalım:
- “Uzmanlaşmanın derinleşmesinin” programın ücretli olmasıyla hiçbir mantıki bağlantısı yok, olamaz. Ücretsiz olsaydı, uzmanlaşma derinleşmeyecek miydi?
- “Uzmanlaşma” kategorik olarak kötü bir şey değildir. İndirgemeci/daraltıcı uzmanlaşma kötüdür; bütünselliği kaçırmayan, başka disiplinlerle ilgisini kesmeyen uzmanlıklar da mümkündür ve birçok durumda gereklidir. Her uzman da ortalıkta köpekbalığı gibi gezmemektedir.
- Programımıza erişim gayet kolay. Web sitemizde de açıkça yazdığı gibi bol miktarda tam ve yarım burs var.
- Evet, psikoloji öğrencileri erişimde eşit koşullara sahip değiller, çünkü onlara göre bir program değil zaten. Burslar konusunda herkes tabii ki eşit koşullara sahip değil, öyle olsa kura çekmek zorunda kalırdık. Aldığı eğitimi travma mağdurlarına en çok ve en hızlı geri döndürme potansiyeline sahip olanların burs alma şansı çok daha yüksek.
- Başka programları bilemem, ama bu sertifika programında lisans veya yüksek lisans programlarında alınması gerekli bilgiler anlatılmayacak. Dünyanın neresine giderseniz gidin psikotravmatoloji konusunda bu kapsamda bir eğitimin lisans ya da genel yüksek lisans düzeyinde verilmesi mümkün değil. Konuya özel bir sertifika ya da yüksek lisans programı olması zorunlu.
- Ortada bir “ticari faaliyet” yok. Ticari faaliyet olabilmesi için, üniversitenin ya da eğitimcilerin bu işten kar etmesi lazım, böyle bir şey yok. Ticari faaliyet olabilmesi için mesela, ABD’den ya da Avrupa’dan buraya gelip ya da burada olup da ders verecek hocaların normal ücretlerinden ucuza çalışmaması lazım. Yazarlar, emeklerinin karşılığı olarak bir miktar ücret alan herkesi “ticaret yapıyor” sanıyorlarsa, giriş düzeyinde de olsa, ekonomi-politik ve eleştirisine dair bir şeyler öğrenmelerinde büyük fayda var.
- Bizim yaptığımız böylesi programlardan para kazanılmaz, ihya olunmaz. Tam tersine, bir sürü emek/enerji/zaman harcanır; aynı zamanda başka işlerden kazanılabilecek paralar bu harcanan emek/enerji/zaman nedeniyle kaybedilir. Maliyet kurtarılırsa memnun olunur. Program ekibinde yer alan insanlar da travma mağdurları için on yıllardır, hiç bir maddi çıkar gözetmeden sayısız iş yapmışlardır ve yapmaya devam etmektedirler.
Bütün bu önyargılar, altı boş ezberlere dayanıyor.
Travmaya dair bütünlüklü bir bakış açısıyla çalışmalar yapmak ve muhalifliği pazarlanabilir bir unsur haline getirmek yerine bilgiyi paylaşmanın alternatif ve ilkelerimizle tutarlı yolları mevcut. Eylem ve söylemlerimizin tutarlı olması adına, adalet ve demokrasiyi bu kadar vurguladığımız bir yerde özellikle acılardan süzülen bilgi ve deneyimin herkes için ulaşılabilir olması için yollar aramak, başka bir dünya özlemimizin nüvelerini eylemimizde de oluşturmaya çalışmak önemli.
Güneş Sevinç ve Baran Gürsel, “…muhalifliği pazarlanabilir bir unsur haline getirmek…” diyerek, bu programı oluşturan ekibe çok ağır bir hakaret etmekte hiçbir beis görmüyorlar. Şuur, bilgi ve vicdan sahibi olmalarını diliyorum. Ekip üyelerimizin geçmişte ve bugün ne tür işlerle uğraştıkları kolayca erişilebilecek bilgilerdir. Hiç sanmıyorum ama ekip üyelerimizin ne tür insanlar olduklarını, ne tür muhalif kimliklere/konumlara sahip olduklarını bilmiyorlarsa bu kadar cahillikle ne yapacakları meçhuldür. Bilerek bizim gibi insanlar için böyle bir yorumda bulunuyorlarsa –ki bundan neredeyse eminim- bu tür lafların bizleri ne denli inciteceğini de biliyorlar ve kasti bir kıyıcılık yapıyorlar demektir.
Benim için en acı olan, bu eleştirilerin bir tür “solculuk” adına yapılıyor olmasıdır. Solculuğun bu denli kaba (vulger) bir hale düşürülmesini, bir sosyalist olarak hicap verici buluyorum. O yüzden, okurlara “kulak asmayın bu tür solculara, başka tür (özgürlükçü) bir solculuk/sosyalistlik mümkün” de demek istiyorum. Yoksa bu eleştirileri okuyanların büyük çoğunluğu solculukla bir işi olsun istemeyecek.
Yazarların bu eleştirilerine/hakaretlerine belli bir tür solculuğun/sosyalistliğin (ki bu türe “geleneksel/Ortodoks/muhafazakâr sosyalizm” demek lazım) neden tükendiğini, neden ciddiye alınamaz hale geldiğini anlamak için bir mikro örnek olarak da bakılabilir. Yazarlar, Freud’un “küçük farklılıkların narsisizmi” kavramının hakkını tam olarak verircesine, Türkiye’deki bütün politik spektrum düşünüldüğünde, travma ve psiko-politik bağlam vb. konularında kendilerine en yakın olabilecek bizler gibi insanları bile büyük bir “beceriyle” kendilerinden uzaklaştırmayı başarabilmektedirler. Çok bilindik bir beceridir. Ergence ve öz-tahripkârdır (self-destructive).
Bu tip eğitimlerin başka türlü kurgulanamayacağına dair inancın aksine biz bunun oldukça mümkün olduğunu iddia ediyor ve programı hazırlayanları, programa katılmayı planlayanları, tüm ilgilenenleri bir araya gelme fırsatı bulduğumuzda, alternatifleri ve psikopolitik bir araç olarak travmayı açık toplantılarla tartışmaya davet ediyoruz.
“Bu tip”, yani bu kapsamda ve kalitede bir eğitim, mevcut koşullarda başka türlü yapılamaz. Başka tür eğitimler, tabii ki bambaşka formlarda yapılabilir. Bunlar için ortak yollar da bulunabilir, ama yazarların psikolog olarak gayet iyi anlamaları gereken bir ilke vardır: Hakaret, verimli olabilecek bir tartışmayı engeller. Tartışmaya davet eder görünseler bile, yazarların bu hakaretamiz tutumu kendilerini tartışma dışına çıkarmıştır. Saygı sınırlarının farkında olan herkesle ise her zaman tartışılabilir.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------Murat Paker'in Argümanlarına Dair
Güneş Sevinç*,Baran Gürsel*
*Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği (TODAP) üyesi
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, Psikopolitik Bir Araç Olarak Travma ve Uzmanlaşma başlıklı yazıyı yazmaktaki amacımız kişilerin politik duyarlılıkları ve geçmişleri ile ilgili bir değerlendirme yapmak veya kişilere hakaret etmek değil, tartışılması gerektiğini düşündüğümüz bazı noktalara Bilgi Üniversitesi’nde açılan sertifika programı üzerinden dikkat çekmekti. Bulunduğumuz çevrelerde ve mail gruplarında bizi eleştiren ya da eleştirmeyen, savlarımıza sahip çıkan ya da çıkmayan birçok tartışmanın yapılıyor olması bizim açımızdan yazının amacına ulaştığının bir göstergesi. Eleştiri ve özeleştirinin yapıcılığına ve bunların başka bir dünya yaratmamızın yolunu döşeyeceğine olan inancımıza dayanarak yapılan tartışmaları heyecanla okuyoruz.
Bu düşüncelerimizle paralel olarak, metnimize yazılı olarak cevap veren Murat Paker’e de tartışmayı kişiselleştirmekten uzak durmaya çalışarak bir cevap vermeyi tartışmanın zenginleşmesi açısından önemli buluyoruz. Burada tekrarlamalıyız ki, muhalifliğin pazarlanmasına yönelik yaptığımız yorumlar sadece politik tespitler ve eleştiriler olma niyetini taşımaktadır. Bunların hakaret olarak algılanması bizim niyetimizin dışındadır çünkü hakaret üzerinden karşılıklı bir tartışma geliştirilmenin mümkün olmadığını biliyoruz.
Bu bağlamda bahsi geçen cevapta kullanılan iktidar ve aşağı görme içeren dili, kişiselleştirme ve psikolojikleştirmeyi kesinlikle doğru bulmuyoruz. Böyle bir üslubun sağlıklı bir tartışma yapılmasının sağlayacağını düşünemiyoruz.
Verilen cevapta geçen savlara dair görüşlerimizi aşağıda anlatmaya çalışacağız.
Vakıf Üniversitelerine Dair
Dünyada üç tip üniversitenin varlığından söz edilebilir: kamu üniversiteleri, vakıf üniversiteleri ve kâr amaçlı üniversiteler. Ülkemizde ilk ikisi mevcuttur, ancak yasal düzenlemelerinin yapılması yakın olmakla birlikte kâr amaçlı üniversitelerin kurulması henüz hukuken mümkün değildir. Ne var ki ülkemizde kâr amaçlı üniversite statüsünde olan üniversitelerin bulunmuyor olması, vakıf üniversitelerinin birçok insanın kapısından giremediği ticari işletmeler olduğu gerçeğini değiştirmez. Yapılan ve yapılması düşünülen bazı düzenlemelerle kamu üniversiteleri de şirketleştirilmeye çalışılıyor olsa da bu yazıda buna değinmeyeceğiz.
Vakıf üniversiteleri kamusal hizmetlerin devlet yükümlülüğünden çıkarılıp özel sektöre devredilmesinin eğitim alanındaki en temel uygulamalarındandır. Bilindiği üzere de Türkiye açısından kamu hizmetlerinin özel sektöre devrinin miladı, Türkiye’deki travmalardan bahsederken en çok değindiğimiz 12 Eylül darbesidir. Bu darbe ile 24 Ocak Kararları olarak bilinen ve neoliberal küresel kapitalizme entegrasyonu hedefleyen kararların uygulanmasının önü açılmıştır. Buna ek olarak1995’te imzalanan ve hizmetlerin piyasa ekonomisine tabi kılınmasını garanti altına alan Hizmet Ticareti Genel Antlaşması’nda (GATS) eğitim ticarileştirilecek hizmetlerin başında gelmektedir. Bu süreç içerisinde ve bu gelişmelerle paralel olarak eğitim piyasada alınıp satılır hâle gelmiş, üniversiteler birer girişimci olarak piyasa ilişkilerine girmiş ve üniversite-sermaye bağları kuvvetlendirilmiştir. Vakıf üniversiteleri de bu bahsedilenlerin vücut bulduğu üniversiteler olmuşlardır. Yer yer yanlış olarak özel sektör ve sermaye gruplarından ayrı olarak ele aldığımız devlet de neoliberal yasal düzenlemeler yaparak, üniversitelere arazi sağlayarak, öğrenci sayısı üzerinden prim vererek ve bütçelerinin %45’ini sağlayarak bu üniversitelerin gelişmesini desteklemiş ve desteklemektedir.
Anayasanın 130. Maddesine göre kâr edemeyen ve Vakıf Yükseköğretim Kurumları Yönetmeliği’ne göre kâr ederse kapatılacak olan vakıf üniversitelerinin nasıl ticari kurumlar olduğuna yakın zamanda tamamen kâr amaçlı üniversite şirketi Laureate Education, Inc.’in yönetimine giren Bilgi Üniversitesi örneği üzerinden bakalım. Hakan Arslan ve Aslı Odman (2011) İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Şirketleşme ve Sendikalaşma Süreci başlıklı makalelerinde bu durumu oldukça güzel bir şekilde özetliyorlar. Onların sundukları çerçeveden bahsedeceğiz.
Üniversitenin şirketleşmesi ve ticarileşmesi birçok vakıf üniversitesine genellenebilecek 6 başlık altında ele alınabilir. Bunlardan birincisi geçici, düzensiz ve güvencesiz istihdamın arttırılmasıdır. Bunun sonucu olarak çalışanların çalışma koşullarının şirket mantığıyla oluşturulmasının yanı sıra çalışanlar müfredat ve program oluşturulmasında kararlara katılmamakta ve çalışanların birlikte üretme alanları kısıtlanmaktadır. İkinci başlık yönetim tarzının otoriterleşmesidir. Bu bağlamda akademisyenler müfredat ve işe alma alanlarından dışlanmakta, akademik özerklik tehlikeye girmektedir. Aynı zamanda elektronik posta veya web sitesi gibi iletişim alanları idarecilerin mülkiyetine alınmaktadır. Tanımlanan üçüncü başlık akademik disiplinlerin özerklik kaybı ve artan araçsallaşmadır. Üniversitede öğrenci çekmeyen, doğrudan meslek kazandırmayan bölümlerin küçültülmesi veya tasfiye edilmesi söz konusu olmaktadır. Bölümler kariyer ve verimliliği odağa alan bir anlayışa göre yeniden organize edilmektedir. İşletmecilik ideolojisi bu mantıkla oldukça paraleldir ve dördüncü başlık olarak değerlendirilir. Şirket mantığı ile paralel olarak, idareci olan akademisyenler idareci olmayan akademisyen ve çalışanlara kaynak gözüyle bakmaktadır. Arslan ve Odman’ın Bilgi Üniversitesi ile ilgili bahsettiği bir diğer şirketleşme alameti de kamusal fayda ve haklardaki aşınmalardır. Örgütlenme, ifade, insanca çalışma ve ücret hakları yöneticiler tarafından gasp edilmektedir. Bunlara ek olarak hukuksal alan idareciler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda eklektik bir biçimde kullanılmaktadır. Anayasa, yükseköğretim kanunu, vakıflar kanunu, iş kanunu, ticaret kanunu ve çeşitli yönetmelikler seçmeci bir şekilde kullanılarak çalışanların iletişim veya çalışma hakları ihlal edilmektedir.
Yukarıda Bilgi Üniversitesi özelinde bahsettiğimiz şirketleşme örnekleri, mevcut diğer vakıf üniversiteleri için de geçerlidir. Vakıf üniversitelerinde akademisyenlerin çalışma koşulları maksimum kâr getirecek şekilde düzenlendiği, daha fazla kar getirmeyeceği düşünülen bölümlerin kapatıldığı, ekonomik küçülme gerekçesiyle işten çıkarmaların yaşandığı, daha fazla öğrenci çekmek için tercih ve tanıtım günlerinde en iyi reklamı hangi vakıf üniversitesinin yapacağı konusunda adeta yarışıldığı gerçeği gözümüzün önünde gün gibi durmaktayken, bu üniversiteleri kâr amacı gütmeyen kuruluşlar olarak nitelemek, arka plandaki gerçekliği göz ardı etmek olacaktır. Saydığımız bu ve benzeri örnekler, yapısal özellikleri ve piyasa koşullarına tabi olması sebebiyle vakıf üniversitelerinin kâr amaçlı üniversiteler kurulmadan bile ticari kurumlar olarak işletildiğini göstermektedir. Bunlara ek olarak vakıf üniversiteleri talep ettiği ücretleri karşılayamayan büyük bir çoğunluğa hizmet vermez, verilen burslarla çok az sayıda öğrenci bu üniversitelerde ücretsiz eğitim alabilirken, ücrette indirime gitmek dışarıda bırakılan büyük çoğunluktan yine sınırlı bir kesim için ulaşılabilirlik sağlar. Ancak ücretini karşılayabilenin yararlandığı bu kurumlar, bilginin üretimi ve dolaşıma sokulması açısından temel olan bilgiye erişim hakkı ve kolektivist yaklaşımı dışlamaktadır. Bu üniversiteler sonuç olarak sadece toplumun belli bir kesimine hizmet vererek toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesine ve meşrulaşmasına katkıda bulunurlar.
Sertifika programlarına dair
Burada sertifika programlarına dair genel bir eleştiri yapmanın da gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Sertifika programları alanımıza özgü değildir. Mühendislikten hemşireliğe, bilişim sektöründen metal sektörüne kadar birçok alanda sertifika programları açılmakta ve çalışanlar bu sertifikaları almak zorunda bırakılmaktadırlar. Bilgi edinme ve paylaşma sonsuz bir süreçtir ancak mevcut paralı sertifika programlarının sadece bu süreç içinde değil toplumsal-ekonomik bağlam içinde değerlendirilerek tartışılması önemlidir. Sertifika programları yaşam boyu eğitim olarak adlandırılan yaklaşımın bir ürünüdür ve Bologna süreci olarak adlandırılan süreçle iç içedir. Bologna süreci kısaca, nitelikli, sermayenin ihtiyaçlarına uygun iş gücü yaratma amacıyla eğitim ve iş dünyasının iç içe girmesini sağlamak için Avrupa Birliği ülkelerinin Avrupa Yüksek Öğretim Alanı Politikası oluşturmak için bir araya gelmesini ve eğitimin standartlaşması, üniversiteler arasında esnekliğin sağlanmasını amaçlayan çalışmalar (Bologna Bildirisi, 1999) yapmasını içermektedir. Bu amaçla eğitim kalite, etkinlik ve rekabet kavramları üzerinden tanımlanmış ve Prag toplantısı (2009) ile birlikte yaşam boyu eğitim Avrupa Yüksek Öğretim Alanı’nın temel felsefesi haline gelmiştir. Tarihler günümüze yakın gibi gözükse de bu süreç 1980’lerin sonunda başlamıştır. Yaşam boyu eğitimin amacı sermayenin taleplerine ve yeni teknolojilere ve tekniklere emek gücünü uyumlu hale getirmektir. Bununla birlikte yaşam boyu eğitim alanı, yani sertifikalandırma alanı, sermayenin değerlenmesi ve kâr elde etmesi açısından da önem arz etmeye başlamıştır. Bu açıdan sertifika programları ve sertifikalandırma yaklaşımı –bizi de haliyle içine çeken ve kendisine muhtaç bırakan- ciddi toplumsal ve ekonomik temelleri olan bir meseledir. “Yaşam boyu eğitim” adıyla karşımıza çıkan bu yaklaşımın bizi en çok ilgilendiren sonuçlarından birisi, lisans eğitimlerinin içeriklerinin kırpılarak niteliksizleştirilmesi ve böylece hem sertifika programlarına malzeme sağlanması, hem de sertifika programlarının öğrencilere eğitimlerini tamamlamaları için bir çeşit zorunluluk olarak gösterilmesi olmuştur.
Psikologların çalışma alanlarına baktığımızda sertifika sahibi olmanın veya olmamanın iş bulma sürecinde etkili olduğunu görürüz. Ücretli sertifika programları özel kuruluşlar için kâr ve denetleme aracına dönüşerek, sertifika sahibi olması beklenen bireyler arası rekabeti arttırırken sertifika sahibi olmayanları da dezavantajlı konuma düşürmektedir. Tam da bu noktada sertifika ücreti üzerinden piyasa koşulları değerlendirmesi ve gelir-gider hesapları yapılması meselenin önemli bir kısmını havada bırakmak olur. Tartışmanın gittiği nokta paralı sertifika programlarıyla birlikte paralı yüksek lisans programlarındaki artış ve bu programlara olan taleplerdir. Psikoloji bölümü mezunlarının sayısı giderek artmakta, alandaki istihdam olanaklarıysa buna paralel olarak daralmaktadır. Sayısı her sene artan vakıf üniversitelerinin hemen hemen hepsinde psikoloji bölümü vardır ki bu da yakın gelecekte mezun-istihdam sayısı dengesinin giderek bozulacağına işarettir. Aynı zamanda bölüm sayısındaki bu artış, psikoloji lisans eğitiminin niteliğini de etkileyerek öğrencileri ve hali hazırda istihdam olanağı arayan mezunları daha iyi rekabet için paralı sertifika programlarına olduğu kadar yüksek lisans programlarına da yönlendirmektedir. Eğitim hizmetinin ve nitelikli bilgiye ulaşımın neoliberal bir dönüşüm içinde özel sektöre devredilmesiyle yeni kâr alanları yaratılmasının birbirine paralel olduğunu düşünüyor ve sertifika programlarını bu bağlamda değerlendiriyoruz.
Sertifika, yüzleşme, demokratikleşme
Bilgi Üniversitesi’nde açılan sertifika programını diğer ücretli sertifika programından ayıran bir unsur eğitilecek olan uzmanların Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde travmalarla yüzleşmesine katkı sunacakları iddiasında olmasıdır. Bugüne kadar bildiğimiz kadarıyla herhangi bir sertifika programı toplumsal ve siyasal bir meseleye çözüm getirme konusunda araçlar sağlayacağı iddiası taşımamıştır. Bu nedenle Bilgi Üniversitesi’ndeki travma programı bir ilk olarak değerlendirilebilir.
Burada bizim temel derdimiz devlet şiddeti gibi sosyopolitik temelleri olan bir meselenin çözümünde bireysel sağaltıma ve odaklanmış olan psikoloji disiplinin araç sağlayabileceği iddiasıdır. Kuşkusuz, çeşitli disiplinlerin deneyimleri adlandırma ve anlama biçimleri farklı olacaktır ve bunların kendilerne has faydaları olabilir. Bununla birlikte bahsi geçen sorun bunun ötesindedir. Toplumsal sorunların tanımlanmasında günümüzde sıklıkla kullanılan indirgemeci söylem devlet şiddeti mağdurlarının mücadele ettiği politik zemini yok sayma, meselenin toplumsallığına vurgu yaparken toplumsallığı göz ardı etme ve dolayısıyla meseleyi psikolojikleştirme tehlikesi taşımaktadır. Bu konunun etraflıca tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Yazmış olduğumuz eleştiri metninin amacı da, böyle bir tartışma başlatarak ücretli bir sertifika programı ve travmalarla yüzleşme arasındaki büyük boşluğa dikkat çekmek ve geleneksel psikoloji uygulama ve yaklaşımlarıyla bu boşluğun doldurulamayacağını vurgulamaktır.
Psikoloji ve iktidar
Bize göre Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği (TODAP) üyelerini bir araya getiren temel meselelerden biri de psikoloji ve iktidar arasındaki ilişkiye dair duydukları rahatsızlıktır. Bizler, bilimsel ve politika dışı olduğunu iddia eden psikoloji disiplininin, tam da bu iki iddia aracılığıyla toplumsal çelişkileri görünmez kılabildiğini ve toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretilmesinde aktif bir rol oynayabildiğini iddia ediyoruz.
Eleştiri yazısında hakkımızda yapılmış olan çeşitli psikolojik değerlendirmeler, psikolojik kuram ve kavramların aynı zamanda birer ideolojik aygıt olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Söz konusu olan psikolojik bilginin kötüye kullanılması değil, o bilginin insan davranışlarına dair tezlerinin hâkim ezme ve ezilme ilişkilerini pekiştiren bir paradigma çerçevesinde kurumsallaşmış olmasıdır. Aynı paradigmanın bilimsellik ve nitelikli olma adına kullandığı araçlar, ne kadar iyi niyetli olsalar da hâkim ideoloji ve üretim ilişkilerini yeniden üretmekten azade değildir. Eleştirel ve özgürleşmeci perspektif tam da bu nedenle önem kazanmaktadır.
Sonuç niyetine
Yukarıda Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Travma Çalışmaları Sertifika Programı’na yapılan eleştiriye verilen cevaptaki bazı noktalara dair görüşümüzü ifade etmeye çalıştık. Görüldüğü gibi ifademizin geldiği noktada görüşler bahsi geçen üniversite ve programa özgü olmaktan çıktı. Bundan dolayı bizim açımızdan alternatifleri düşünme ve örme ihtiyacı daha da belirgin hale geldi.
Meselenin, eleştirileri belli psikolojik durumlara indirgemeden ve günümüzde kullanımına oldukça sık tanık olduğumuz ve mücadele edenlere yaradığını hiç görmediğimiz, idealleri ve idealleri olanları değersiz görme hâline girmeden yapıcı bir şekilde tartışabileceğini düşünüyoruz. Mevcut koşulları aşmanın ve başka bir dünya yaratmanın ancak karşılıklı eleştiri, tartışma ve buluşmalarla gerçekleşebileceğine inanıyor, bu yüzden bilgi üretimi ve paylaşımının var olan biçimlerine dair eleştirel düşünmeye ve bunların alternatif yollarını aramaya yönelik çağrımızı yineliyoruz.
|
|
|
|
DUYURU / ETKİNLİKLER
|
|
METİNLER
|
|
DENEYİM AKTARIMI
|
Facebook
|