KOŞULLANMIŞ KİMLİK: PSİKOLOJİ VE MİLLİYETÇİ REFLEKSLER

Barış Özgen Şensoy

Politik kimlikler hakkında psikolojiden yola çıkarak konuşanlar, çok sefer iki kavşaklı bir yolun ağzındadırlar. Ya psikolojinin “bilimselliği”nden yararlanarak, politik kimliklerin nasıl sağlıklı bir olgu olarak, hoşgörülü ve barışçıl bir şekilde inşa edilebileceğinden bahsederler; ya da politik kimlerin “doğallığı”nın psikoloji tarafından nasıl ispat edildiğini iddia ederler. Kapitalist akıl kadar doğal bir şey yoktur, diyebilirler; çünkü evrim bizi rekabet etmeye hazır yaratmıştır. Ya da, bu hırslı dünyada insan kalmanın en doğru ve doğal yolu, “değerlerimizi” muhafaza etmekten geçer; çünkü diğer her türlü oluş biçimi şiddeti, reddetmeyi ve değerlerimize karşı gelmeyi gerektirir. İnsan doğasındaki iyilik, kötülük, yardımlaşma, rekabet ve şiddet üzerine alternatif görüşler içeren yeni kitaplar yayınlandıkça; (Frans De Waal’in İçimizdeki Maymun’u gibi) bu konuda atıp tutmanın bu kadar kolay olmayacağını umut etmek, “iyimserlik hastalığı”na yakalananları (ne mutlu ki!) hasta tutmaya devam ediyor.

Psikolojinin bu ikilem içerisinde (kimliğin sınırlarının akıl aracılığıyla çizilmesi – politik kimliklerin doğallığı) nasıl kullanıldığını ortaya koyması açısından, Gökçe Fırat’ın Türk Solu isimli (“Ulusal Sol” denilen çizgide ve ırkçı söylemler üretmekten çekinmeyen) dergide çıkan “Mustafa” filmi hakkındaki yazısı dikkate değerdir (http://www.turksolu.org/213/basyazi213.htm). Fırat yazısında Mustafa gibi filmlerin, bir ulusun milli reflekslerini yıkmak hedefini güttüğünü iddia eder. Bir ulusal kahraman olarak kodladığı Hasan Tahsin’in, yurtdışında Türkleri barbar gösteren bir film izlerken ekrana ateş etmesini, klasik koşullanmanın çözülmesini reddetmenin yüce bir örneği olarak gösterir. Milli reflekslerin tartışmaya açılmaması gerektiğini iddia etmekle beraber, ulusal bilinci zayıflatmak için ABD politikasının ulusların kimliğini ve tarihini tartışmaya açmak olduğunu söyler. Dolayısıyla, filmin yapımcısı Can Dündar, siyasal İslam çizgisinin yanında yer almaya mahkûmdur ona göre. Çözümü de nettir; klasik koşullanmayla oluşturulmuş (ve hayati önemi olan) milli tepkilere yönelik her türlü sorgulamayı peşinen reddetmek!

İşin ilginci; Fırat’ın Mehmet Kemal Doksat’tan yaptığı alıntı, milliyetçi hislerin tamamen kurgu olduğunun farkında olduğunu gösterir: “Hiçbirimiz dünyaya Türk, Meksikalı, Sünnî veya Katolik olarak gelmeyiz; bunlar bize öğretilen değerler, yâni şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler.”

Fırat’ın psikolojik açıdan temel yanılgısı, klasik koşullanmanın ilkel, düşünsel süreçleri oldukça az barındıran ve basit işlevlerimiz dışında (kırmızı ışıkta durup, yeşil ışıkta geçmek gibi) kullandığımızda insanı uyumsuzluğa ve kapalı bir yaşama mahkum ettiğini bilmemesidir. Buna, klasik koşullanmanın reklamlarda (gazozla neşenin eşleştirilmesi), insan öldürmeyi meşrulaştırmada (karizmatik görüntüyle soğukkanlı cinayetin bir arada gösterilmesi) kullanılabileceğini; gayet olumsal olabileceğini ve insana hayatta kalmaya yardım etmesi kadar düşünsel yetilerine ket vurabileceğini de ekleyebiliriz. Ancak, psikolojik bir cahillikten taşan bir şey var yazdıklarında. Onun klasik koşullanmayı övmesi ırkçı geleneğin anlayışını net bir şekilde ortaya koyuyor: “Eğer efsanelerime uymayacaksa, her türlü düşünceyi saldırgan bir şekilde (gerekirse ekrana ateş ederek) reddetmek, politik eyleme biçimimin kökenini oluşturur. “ Hatırlarsınız, yakın zamanda bir belgesel için Kayseri Kalesi’ne Bizans bayrağı asılınca, oradan geçenler tepki göstermiş ve bayrağı indirtmişlerdi (http://www.cnnturk.com/video/yasam/diger/2008/09/17/kayseride.halkin.bizans.bayragi.galeyani/9651/index.html). Kimilerinin patoloji olarak adlandıracağı bu tarz davranışlar, kimileri için politik bir duruştur; ne olduğuna karar vermek ise yalnızca psikolojik ya da bilimsel değil, aynı zamanda politik bir karardır.

İkincisi ise, yukarıdaki alıntı ve Fırat’ın yazısının genelinin varsayımıdır: Koşullanma, ancak milliyetçi hislerin doğuşuna imkan veren bir koşullanma olmak zorundadır, diğer her türlüsü bir “yanlış bilinç”tir. Tartışmadığı nokta, yani “doğal” olan koşullanmanın ne olduğu, Fırat’ın ideolojik temelini oluşturur. Klasik koşullanma, Fırat için milliyetçi saldırganlığın doğallaştırılması için bir araç olarak belirir.

Fırat’ın yazısını neden ciddiye almak gerekir ki, diye sorabilirsiniz. Sonuçta, klasik koşullanmayı kendi ideolojisini meşrulaştırmak için kullanıyor, onu doğru dürüst anlama zahmetine bile katlanmamış. Öte yandan, “gerçek” ya da “klasik” psikolojinin ne olduğu da tam da böyle belirlenir: Tartışmalar ve sözler, yaratılarak ve yeniden söylenerek var olur. Psikoloji kitaplarında, davranış ve biliş laboratuarlarında, terapi odasında olduğu kadar; günlük konuşmalarda, popüler yayınlarda ve hatta bire bir ilişkilerde yaratılır psikolojik söylem.

Ancak, saf bir psikoloji sevgisinden, gerçek bir psikoloji arayışından ya da psikolojinin böyle kullanılmasından rahatsız olmanın ötesinde bir şey olduğuna inanıyorum. Türk Solu çizgisi ırkçıdır; faşizan grupların dahi aşmaya çekindikleri sınırlardan rahatsız olmazlar, Hrant Dink öldürüldüğünde “Türkiye bir düşmanını yitirdi” yazmaktan, Kürtler ile alışveriş yapılmaması çağrısı yapmaktan çekinmediler. Ancak böylesi bir grubun aracılığıyla, “ılımlı” milliyetçiler söylemsel bir alan yaratabilirler: Böylesi gruplar açıkça ırkçılık yaparken, ılımlılar hukuktan, milli menfaatlerden, manevi değerlerden ve “anlamsızlığa karşı verilen bir cevap olarak milli kimlikten” dem vurarak, kimin normal, kimin öteki, kimin yurttaş, kimin daha az yurttaş olduğunu belirleyip, daha “şık” dışlama yöntemleri geliştirebiliyor. Cahiller ya da deliler deyip de geçmek, problemi aşırı basitleştirmektir; çünkü bilgi de çeşitli giysiler giyebilir.

Twitter
Facebook
© Copyright 2013 - TODAP