Demirok, İpek/ Tepeli, Ayten Deniz / Yalçınöz, Büşra
*Teorik Bakış dergisinin 2 numaralı Eylül 2013 sayısında yayınlanmıştır.
Süre giden Gezi Direnişi, birçoğumuz için yepyeni bir deneyim oldu. Yaşadığımız yeni deneyimler üzerine düşünmenin, söz söylemenin zorluğunu fark etsek de, ne olduğunu anlamaya çalışma gayreti bu yazının yazılmasını sağladı. Olanları kavrayabilme çabası, birbirimizin deneyimlerine duyduğumuz merak, direniş ilerlerken bu sürecin bize olan etkilerine dair paylaştığımız gözlemlerimiz, bu direnişin öncesine göre bizi değiştiren, hatta “özgürleştiren”¹ bir tarafı olduğuyla ilgiliydi. Hem toplumsal hem de bireysel dönüşüm içinde olduğumuz bu süreci anlayabilmek ve yazabilmek için üç psikolog olarak düşüncelerimizin bizi götürdüğü yer öncelikli olarak bugüne kadar Gezi Direnişi’yle ilgili psikoloji diliyle söylenenlere bakmak oldu. Bu bakışı, psikoloji alanının, tarafsızlık vurgusunun sıklıkla yapıldığı, bu vurguyla birlikte çoğu zaman iktidarın dili ile özdeşim kurulan, eleştirel bakışların budandığı bir alan olduğu önermesinin süzgecinden geçirerek, psikolojinin dilinin işlevini ve işlevsizliğini de sorgulayarak yaşadığımız dönüşüm sürecini yorumlamaya çalıştık. Bu konuda yeni psikolojik kavramsallaştırmalar öne sürmek gibi büyük bir iddiamız yok elbette, ama düşünüyoruz ki, ana akım psikoloji söylemleri üzerine edilecek birkaç kelam direnişin de ruhuna uygun olacaktır.
28 Mayıs 2013’te büyük bir toplumsal hareket olarak hayatımıza giren, farklı bir topluma dönüşüyor olduğumuza dair işaretleri içinde barındıran Gezi Direnişi’nde yaşananlarla ilgili sıkça dile getirilenlerden biri direnişe katılan birçok kişinin kendisini direniş öncesine göre hem bireysel, hem toplumsal düzeyde farklı konumlandırdığı olmuştur. Artık, eskisi gibi olmadığımız ve ayrıca yeni halimizi daha fazla sahiplendiğimiz ve sevdiğimiz söylenebilir. Örneğin, direnişin parçası olan kişilerin direniş öncesi ve sonrasındaki deneyimlerine dair Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği’nin (TODAP) düzenlediği Direnişin Psikolojisi Atölyesi (2013) gibi çeşitli atölyeler ve parklarda devam eden forumlarda dillendirilenler, direniş sonrasında insanların önceden kendilerinde fark etmedikleri deneyimler/duygular yaşadıkları ve bu yeni yaşantıları anlamaya çalıştıklarını ortaya koymaktadır. “Artık daha umutlu hissediyoruz, değiştirebildiğimizi gördük, kendi etkimizi gördük”, “ben yerine biz demeye başladık, yalnız olmadığımızı fark ettik, bizi yalnızlaştıranın, hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair olan inancımız olduğunu anladık”, “hayata farklı bakabilmenin mümkün olduğunu, işimiz, evimiz ve kendi küçük çevremizde sıkışmak zorunda olmadığımızı gördük, fark ettik ki ismini bilmediğimiz binlerce kişi arkadaşımız, destekçimiz olabiliyormuş” gibi cümleler sıkça ifade edilir olmuştur. Bizce, bütün bu olumlu deneyimlerin ortak paydasında sokağın “özgürleştirici” etkisinin ve dayanışmanın olduğu düşünülebilir. Bir parkta çadır kurmanın, oturmanın, kandil simidi dağıtmanın, öylece durmanın dahi politik birer eylem olabileceği keşfedilmiştir. “Duran adam” örneğinde olduğu gibi, bireysel inisiyatiflerle başlayan eylemlilik hallerinin dakikalar içinde ne kadar çok insanı etkileyebildiği, bu etkinin mücadeleyi sürdürmek adına nasıl umut olabileceği gözlemlenmiştir.
Gezi Direnişi bağlamında değindiğimiz bu değişimlerin sadece bu direnişe özgü yanları vardır elbet; ancak toplumsal hareketlerin kişi üzerindeki dönüştürücü etkisi farklı toplumlardan çıkan çalışmalarda sıkça bahsedilen bir durumdur (Higginbottom, 2008). Elbette ki psikoloji alanında da toplumsaldan bireye uzanan bu dönüşümün irdelenmesi yapılmaktadır. Gezi Direnişi’nde de, direnişe katılanların çoğunluğunun yaşadığı değişimin nasıl geliştiği, hangi etkenlerin bu değişime sebep olduğu doğal olarak psikologların da çeşitli şekillerde inceleme konusu haline gelmiştir. Direnişçilerin, direniş öncesinde ve sonrasında kim olduğu, direnişe devam etmelerini sağlayan kişilik faktörlerinin neler olduğu gibi kişilik analizlerinin; devleti ve başbakanı otoriter bir baba figürü gibi görerek ona başkaldıran isyankâr ergenler olduklarının söylendiği klasik psikanalitik yorumların; direnişçilerle birlikte polisin, şiddet uygulayanların anlaşılması gerektiğine yönelik yaklaşımların; direnişin büyük çoğunluğunu oluşturan “Y kuşağı” olarak adlandırılan 90’lar kuşağının daha farklı bir beyin ve düşünme yapısına sahip olduğu üzerinden iktidarın yaptığı baskıyı ve şiddeti açıklamaya çalışan analizlerin; ünlü Milgram Deneyi’nin de öne sürdüğü üzere hiç sorgulamadan otoriteye kayıtsız şartsız bağlılık gösteren çok fazla insan olması üzerinden iktidarın aldığı desteği açıklayan çalışmaların; direnişin yol açtığı farz edilen travmaya yönelik tedavi girişimlerinin bu süreç boyunca sık sık öne çıktığı görülmüştür. Bu kadar insanın, üstelik çoğunluğu hayatlarında ilk kez böylesi bir eyleme katılmışken, haftalarca beraber polis şiddetine karşı durabilmesi, azımsanamayacak bir çoğunluğun önceden politik olarak uzlaşamadığı veya ötekileştirdiği kesimlerle birlikte hareket etmesi, yardımlaşması ve devam eden bir dayanışma içinde olması, yaşadıkları dolayısıyla zorlanma yaşayan küçük bir kesim hariç, direnişçilerin kendini gitgide daha mutlu, özgür ve güvende hissettiğini ifade etmesi ve çaresizlik hissinin azalıyor oluşu kolayca açıklanabilecek bir olgu değildir; bilhassa açıklanmaktan önce anlaşılması gerekmektedir.
Örneğin, 31 Mayıs günü ne olup da yüz binlerce insanın hayatlarını tehdit etme riskine rağmen saatlerce polis şiddetine karşı mücadele ettiği, direniş öncesinde belki de birçok direnişçinin cevaplayamayacağı bir sorudur. Bu sorunun olası cevapları her geçen gün yeni bir anlamı üretmekte ve bunun yanı sıra mücadelenin devamı hem topluma hem de özneye dair yeni soruları beraberinde getirmektedir. Bizce, yıllarca iktidarın baskıları ile sessizleştirilmiş, içinde yaşadığı toplumdan yalıtılmış, kendi küçük sistemlerine hapsedilmiş, bir başka deyişle varlığı sürekli yok sayılmış kişilerin geleceklerine karar verme haklarını talep edebilme, politik duruşlarını özgürce ortaya koyabilme, kendilerine toplum içinde bir rol bulabilme arzuları, onları sokağa çıkaran ve özgürleştiren bir deneyimin başlangıcı olmuştur. Özgürleşme sürecinin, eşitsizliği ve baskıyı üreten kurumlara ve uygulamalarına yönelik bir toplumsal hareketi içinde barındırdığı önermesi Gezi Direnişi’yle birlikte deneyimlediğimiz bir durum haline gelmiştir (Montero, 2007). Özü itibariyle kolektif ve politik olan bu süreçte öznenin dönüşümü göz ardı edilemeyecek kadar ön plandadır. Bu dönüşüm insan olma etiği, eleştirel düşünme, demokratikleşme süreçleriyle, yurttaşlık haklarının/görevlerinin ön plana çıkarak sahiplenilmesini de içinde barındırır. Gezi Direnişi sürecinde, farklı ideolojik görüşü savunan toplulukların bir arada duruyor ve mücadele ediyor oluşu, toplumsal olarak baskıya karşı çıkılması, kendi içine baskılanmış olan öznenin tarihsel, politik ve kültürel olarak oluşturulmuş kodları sorgulayışının ve farklı bir toplumsallık arayışı içinde olduğunun göstergesi olarak da düşünülebilir. Gezi Parkı dağıldıktan sonra direnişin devamı niteliğinde ortaya çıkan, kendiliğinden örgütlenen ve topluluk içinde desteklenen şekilde kişisel inisiyatif alabilmekten güç alarak devam eden eylemliliklerin düşündürdüğü, bir çeşit “zincirlerinden kurtulma hali” olarak yorumlanabilir. Bir başka deyişle, insanların hem kendi hem de toplumsal hayatları üzerinde bu kadar inisiyatif alabildiklerini görmelerinin, bu süreç içerisinde direnişe devam etmelerini, değişimlerini ve kendilerini daha iyi, özgür, mutlu hissetmelerini sağlayan en önemli unsurlardan biri olduğunu düşünülebilir.
Yaşadığımız süreci anlamak için birçok psikoloğun sıkça başvurduğu yollardan birisi, klasik psikanaliz teorilerini kullanarak yapılan açıklamalar olmuştur. Buna göre, direnişe katılanların çoğunluğunun 20’li yaşlarının başındaki gençler olması, bu gençlerin sert-otoriter baba figürünün korku salmasına ve hayatlarına müdahale edilmesine karşı isyan ettiğini ve bu yüzden sokaklara döküldüğünü düşündürmektedir. Freud’un (1918) çocukların babalarına isyanlarının büyüdüklerinde de otoriteyle ilişkilerini belirlediği iddiası psikanalizin ünlü önermelerinden biridir. Freud, iktidar olan haşin bir babanın kabiledeki bütün kadınları kendine sakladığını, büyüyen oğullarını sürekli kabileden sürdüğünü, hiç itiraz kabul etmediğini ve en sonunda buna “artık yeter” diyen oğullarının bir gün birleşerek onu öldürüp tüm iktidarı ele geçirdiklerini anlatır. Bu isyanın insanların kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almasına ve uygarlaşmaya doğru atılan ilk adım olduğunu söyler Freud. Bu bakış açısı ile değerlendirildiğinde, İstanbul’da başlayan ve kısa süre içinde diğer şehirlere yayılan Gezi İsyanı’nda gençlerin kendine itiraz edilmesine hiç izin vermeyen, korku salan, hasta bir babaya isyan ediyor gibi oldukları düşünülebilir. Direnişçilerin hepsinin birlikte bütün, kolektif bir benlik, tek bir kişi gibi düşünülmesiyle başbakan da bu kişinin babasını temsil etmiş olur.
Direnişin bu şekilde açıklanması sanki bir refleks gibidir; belirsiz olan, anlamlandırılmakta zorlanılan durumlarda gerçekliği görmek üzere dışarı çıkmak ve böylece düşünme biçimimizi yenilemek, yeni ve farklı olanın hayatımıza nüfuz etmesine izin vermek yerine, dışarıdaki gerçekliği kendimize adapte etmeye, uydurmaya çalışmak sıklıkla başvurduğumuz bir yoldur. Belki de yaşananları ruhsal veya toplumsal kaynağını çok yakından bildiğimiz öznel bir yaşantıya benzetme çabamız, Gezi’de olanları anlamakta zorlandığımız ve kendimizi bu belirsizlikten korumak için kullandığımız bir savunmadır. Daha politik bir dille yorumlarsak, bu tavır, ana akım psikolojinin iktidara yakın/iktidarın yanında var olan duruşunun bir göstergesidir. Oysa bize göre, klasik psikanalitik yönelimle yapılan bu tarz “bağzı” yorumlar içlerinde birçok çelişkiyi barındırmakta, toplumsal hareketlerin ekseninin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Öncelikle, başbakana “baba” demek, onu ülkenin babası olarak görmek, olanları bireysel bir düzlemde baba-çocuk ilişkisi şeklinde herkesin özdeşim kurabileceği veya anlamaya çalışabileceği bir ilişki türü haline getirmektedir. Bununla birlikte direnişçilere yönelik baskıyı, uygulanan şiddeti tek bir kişinin eseri addetmeyi ve sadece onu sorumlu tutmayı da beraberinde getirmektedir (Gezgin, 2013). Gündelik politik atmosferden, kurumların sorumluluklarından, insan hak ve özgürlüklerinden uzaklaşan bu bakış açısı, iktidarı göreve getirenlerin sorumluluğunu veya iktidarın emirlerini alanların emirlere uymama seçeneklerinin bulunduğunu, dolayısıyla onların iradelerini hesaba katmamış olmaktadır. Hâlbuki yaşananların, uygulanan şiddetin ve kurumsallaşmış baskının, politikacıların ortak verdiği kararların ve planlanan bir sürecin sonucu olduğu, sadece kızan ve asabı bozulan bir başbakanın verdiği tepkilerden ibaret olmadığı görülmektedir. Bu tarz bir yorumun politik yanı da işaret etmektedir ki, iktidar baba olarak konumlandırıldığında, var olan statüko desteklenmiş ve bu sebeple de hakim olan ideoloji sürdürülmüş olmaktadır. İktidarın baba gibi güçlü bir figür, direnişçilerin, yani babanın çocuklarının da bu durumda çocuk gibi görülmesinin, topluluğun önceden belirlenmiş bir kurgu içinde tepki veriyor gibi algılanmasına katkıda bulunacağı, bu kolay algının da dile çok kolay yerleşerek toplumla iç içe geçen bireyin eylemliliğine dair birçok yorumu saf dışı bırakacağı düşünülmelidir. Ayrıca, direnişçilerin “babaya isyan eden çocuk” şeklinde kavramsallaştırılması başlı başına iktidarın patriarkal dilini sürdüren bir önermedir. Bu açıklamaların, iktidar tarafından sıkça dile getirilen, başkaları tarafından yönetildiği (dış mihraklar), kandırıldığı iddia edilen yolunu kaybetmiş, dejenere gençlik söylemine yakınlığı dikkat çekicidir. Örneğin, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun “çocuklarınızı eve çağırın” diyerek anne-babalarına seslenişleri tesadüfi değildir; bu söylem iktidar tarafından direnişçin politik/ toplumsal amaçlarının küçümsenmesi ve direnişçilerin de bir grup “kendini bilmez çocuk”a indirgenmesi amacını taşır. Rahatlıkla söylenebilir ki, psikoloji alanında da sürdürülen böyle bir anlayış direnişte var olanların öznelliklerini, inisiyatiflerini, politik ve toplumsal konumlarını görmezden gelmeye, hiçe saymaya yol açmaktadır.
Dolayısıyla, klasik psikanaliz gibi ana akım psikolojinin “bağzı” temel teorilerinden bakarak Gezi Direnişi’ni anlamaya çalışmak; yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi konuya sadece gündelik dil içinde cevaplar üretecektir; bu cevaplar da direnişi başka şekillerde anlamlandırma imkânlarını saf dışı bırakacak, en önemlisi de bizleri direnişin politik duruşundan uzaklaştıracaktır. Bu durumda direnişi düşünürken bu bakış açısından uzaklaşmak aynı zamanda politik bir tercihin göstergesi olmaktadır. Yukarıda ana akım psikolojinin bireye dair önermelerinin, bir disiplin olarak bilimsel nesnelliği ve politik tarafsızlığı savunuyor olmasının, statükoyu pekiştirmeye ve hakim ideolojiyi sürdürmeye yönelik gayreti de içinde barındırdığından bahsetmiştik (Teo, 2012). Bu gayret, genel geçer kavramlarla yaşantıların anlaşılmaya çalışılmasına, kişinin diğer insanlarla temasını sadece içsel süreçleriyle açıklamaya ve bu sebeplerle de insana özgü bir toplumsallığın göz ardı edilmesine neden olmaktadır.
Toplumsallıktan kopan bir öznellik algısı insanın çevresini sadece sosyal destek veya çevresel faktörler üzerinden tanımlayarak araştırmasına yol açacaktır (Maiers, 1991). Böylece kişinin yaşantılarından duyduğu rahatsızlık kendisine, belirli gelişim basamaklarında yaşadığı olaylara, bir takım çevresel faktörlere atfedilebilecek; analizin toplumsal boyutundan olabildiğine uzak durulacaktır. Bu duruma örnek olarak; polis şiddetini psikolojik bir dille anlamlandırma çabasında da polislerin çalışma saatleri, yorgunları, yıpranmışlıkları üzerinden yaşayabilecekleri psikolojik sıkıntıların varlığından bahsetme eğilimi verilebilir. “Polisi de anlamaya çalışalım” bakış açısı bir mağduriyet dili yaratarak, tarafsızlık ve nesnellik vurgusuyla kendine diğerini anlama ve anlayış gösterme iktidarı atfeden psikolojinin alanı içinden çıkmaktadır (TODAP, 2013). Polisin toplumsal temsiliyetine değinilmeden ve iktidar ilişkisine dokunulmadan yapılan “polis de ağır tahrik altında kalıyor”, “polis ailesinden uzak kalıyor, uyumuyor, yoruluyor, sabrı tükeniyor” gibi açıklamalar uygulanan şiddetin meşruiyetine dair zemin hazırlamakla birlikte, bunun olağandışı bir durum gibi gösterilmesiyle uygulanan aşırı şiddetin analiz edilmesinin önünü tıkamakta ve arkasındaki kurumun ve politik gücün sorgulanmamasına sebep olmaktadır.
Bu süreçte sıkça karşılaştığımız bir başka bakış açısı da, Gezi Parkı olayları sırasında uygulanan orantısız şiddetin ve yaşanılanların, bazı insanlarda (yoldan geçenler, ilk defa protestoya katılan ve polis şiddetine - gaz, tazyikli su vb. - maruz kalan kişiler, çocukları eyleme katılanlar gibi), veya daha iddialı bir söylemle toplumda, travma yarattığıdır. Uykuya dalmada güçlük, yalnız kalmakta zorlanma, kâbuslar görme gibi belirtiler yaşadığını söyleyen ve parklardaki revirlerden, gönüllü psikologlardan yardım almaya çalışan kişiler olmuştur. Süreç içinde yaşanan şiddetin kişiler üzerine bir takım etkiler bırakması olasıdır; ancak bu etkilerin ne derecede olumsuz etkiler olarak tanımlanması gerektiği, nelere yol açtığı, sadece uygulanan şiddetten mi kaynaklandığı, kişilerin önceki yaşantılarıyla şiddet ve yol açtığı tepkisel belirtiler ilişkisi içinde sorgulanması gerekli gibi görünmektedir (psikiyatrik- yani kişiden kaynaklı bir belirti olarak görülmelerinin ne kadar uygun olduğu tartışılmalıdır). Uygulanan orantısız şiddet sonucu verilen tepkisel belirtilerin aslında karşılaşılan aşırı şiddete karşı ortaya çıkan, bu olayın etkileriyle baş edebilmeye yönelik doğal adaptif tepkiler olduğunu düşünmek gerekir. Keza, bu belirtilerin çoğunun Gezi Direnişi boyunca deneyimlenen dayanışma ve birlik duygusu ile gelişen bir başkasına güven duyma ve ondan destek alabildiğini hissetme sayesinde geçtiği de görülmüştür. Ayrıca, “polis şiddet uyguladığı için insanlar travma yaşıyor” demek şiddet ve travma arasında çok hızlı bir neden-sonuç ilişkisi kurmak, “şiddete maruz kalan herkes travma yaşar” demektir. İnsanların olumsuz, şiddet dolu koşullarda yaşayıp olumsuz belirtiler göstermeden kalabildiği görülmemiş şey değildir; kendisi de bir psikolog olan ve yaşam öyküsü birçok kişiye esin kaynağı olmuş Victor Frankl’ın 2. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarından benzeri olumsuz etkiler yaşamadan çıkmış olması buna verilebilecek örneklerden biridir (Frankl, 1963). Tabii ki bunun tam tersi de mümkün olabilmektedir; direniş süreci içinde yaşadıklarından olumsuz yönde etkilenmiş insanlar da vardır. Yine de, birçok direnişçinin sürekli şiddet gördüğü halde, inandığı ve uğruna direndiği şeyler sayesinde mücadelesini olumsuz yönde etkilenmeden sürdürdüğü görülmektedir. Kim bilir, belki de bu, inandıkları şeyler için mücadele eden büyük bir grup içinde olduklarını görmeleri, daha önce hissetmediklerini söyledikleri bir aidiyet duygusu hissetmeleri yüzündendir. Ya da direniş boyunca bir yandan şiddete maruz kalırken, bir yandan da yanındakilerden destek ve yardım alabildiklerini görmüş olmak, dayanışma duygusunu ve yalnız olmadıklarını hissetmek yüzündendir. Böyle hissetmenin hem ötekine güvenmeyi, hem de kendimizi güvende hissetmemizi sağlayan bir etken olduğu düşünülebilir. Daha önce tanışmayan insanların birbirine polis saldırısı sırasında evlerini açması, birbirlerine kendilerini nasıl savunacaklarını öğretmesi, parklardakiler için yemek dağıtması, Gezi’den çıkarıldıktan sonra dahi kendiliğinden parklarda toplanmaya ve forumlar düzenlemeye başlaması dayanışan ve birlik olan bir toplum algısının da yeniden çizilmeye başladığının göstergesidir. Kolektif bir harekete katılmak, insanın kendine ve toplumuna dair algısını değiştirir; bu direnişte de yeni birçok şey deneyimleyen direnişçiler direniş tanımını, birbirlerini ve toplumu değiştirmeye başlamıştır. Böylece, dayanışma, direnişçilerin “biz” diyebilmeye başladığını fakat daha önceki politik/ sosyal hareketlerin “ben” duygusunu hiçe sayıp “biz” olma halini vurgulamasının aksine farklı farklı tekilliklerin birlikteliğinde, ”ben olma” halinden vazgeçmeden bir arada bulunan çokluklar söz konusudur; bu da artık başka bir topluluk ve öznellik algısı deneyimlendiğini göstermektedir.
Travma söylemiyle ilgili düşünülmesi gereken başka bir nokta da, travma yaşayan birey değerlendirilmesi içinde, bireyin hangi perspektifle bu yaşantı içinde konumlandırıldığıdır. Travma söylemi diğer tüm faktörleri dışarıda bırakarak kişinin pasif, değişmez ve mağdur bir pozisyonda değerlendirildiği, kişinin tüm deneyiminden kendisi sorumlu tutulacak şekilde “iyileştirilmesi” gereken bir pozisyonda olduğu anlamını barındırmaktadır (Reisner 2002). Oysa direnişçilerin süreç boyunca aktif, etken, katılımcı özelliklerde olduğu, uygulamaları ve kendi hayatlarını dönüştürebilme, başka hayatlara temas etme gücüne sahip olduğu unutulmamalıdır.
Bu dönüşüm ve güçlenmeyi öznelliğin önemli bir parçası olan; öznenin düşüncelerini ve duygularını eyleme dönüştürme kapasitesinden bahseden bir yaklaşımla okumak da mümkündür (Holzkamp-Osterkamp, 1991). Bu yaklaşıma göre “pozitif yönde” değişim, yani iyi olma halinde yükselme kısa süreli ihtiyaçların karşılanmasıyla değil, ancak geleceğe yönelik eyleme yetisi geliştirilmesinde gizlidir. İnsanın değişim kapasitesini belirleyen, toplumsal ilişkileri ve toplumdaki diğer bireylerin nesnel durumlar karşısında vereceği duygusal tepkilerdir. Direniş boyunca ön planda olan duyguları ana akım teoriler çerçevesinde değerlendirdiğimizde, klasik psikoloji teorilerine göre beklenen bireysel düzeyde kaygı, korku ve çaresizlik duygularının göz önünde olmaması, toplumla temas eden öznenin kendini ve toplumu değiştirmedeki aktif rolünü görebilmesi, yalnızlaşmasının kırılması ve politik öznelliğinin keşfi ile birlikte anlam kazanmaktadır. Başka bir ifadeyle, toplumsal var oluşuyla temas eden özne için yeni düşünce/ duygu olasılıklarıyla birlikte eyleme kapasitesinin önü açılmıştır. Bu keşfin kendisi, kişiler için güçlendirici bir sürecin başlangıcı olmuştur. İlk başta da vurgulandığı gibi, uygulanan politikaların birer nesnesi olmaktan politik bir özne olmaya doğru geçiş, süreç içinde devlet eliyle uygulanan şiddet deneyimlerine merhem olmuştur; yani, direniş açılan yaraları iyileştiren doğal bir ilaç etkisi yapmıştır. Ölümden dönen Lobna Allami’nin “boyun eğme” yazan tişörtüyle zafer işareti yaparak çektirdiği fotoğrafı ya da gözünü kaybeden Volkan Kesanbilici’nin “Kesinlikle pişman değilim. Asıl, o gençlere destek olmak için Taksim’e inmeseydim, pişmanlık duyardım” deyişi bu önermenin doğruluğunu kanıtlıyor gibi görünmektedir (Arman, 2013).
Freire (2011) Ezilenlerin Pedagojisi’nde baskının esaretinden kurtulmak için, baskının içinden ayağa kalkmak ve ona karşı çıkmak gerekliliğinden, bunun da ancak dönüştürmek amacıyla dünya üzerine düşünmek ve eylemde bulunmakla gerçekleşeceğinden bahseder. Gezi Direnişi’ni “özgürleştirici” bir eylem olarak okumak belki de politik-psikolojik olarak atabileceğimiz ilk adımdır; böylece direnişi değerlendiren psikolojik söylemin “özgürleşmesinin” önündeki paravanların en azından birini kaldırabilmiş oluruz. Bundan ötesi ne bu yazının ne de psikolojik söylemin elinin uzanabileceği bir alana tekabül edecektir. Yine Freire’nin sözleriyle bitirelim, “bizim görevimiz kitlelere kendi eylemlerini açıklamak değil, eylemleri hakkında onlarla konuşmaktır” (2011: 33). Bu bağlamda, bu yazıyı birbirimizle konuşma olasılıklarımızı değerlendirirken psikolojiyle nasıl temas edeceğimize dair çeşitli tasavvurların bir ürünü olarak da görebiliriz.
1. “Özgürleşme” kavramı, Prilleltensky ve Nelson (2012) tarafından kullanıldığı şekliyle, baskıya karşı direnmeyi tanımlayan sürece işaret etmektedir. Daha ayrıntılı bir şekilde bahsetmek gerekirse, yoksulluk, dışlanma ve şiddet sonucu ezilenlerin acı çektiği tahakküm durumuna karşı direnme süreci anlamında kullanılmıştır.
Kaynakça
Arman, A. (2013, 13 Temmuz). “Gözünden Demir Bilyeler Çıkan Volkan”. Hürriyet.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23716294.asp
Frankl, V. (2009). İnsanın Anlam Arayışı (S. Budak, Çev.). İstanbul: Okyanus Yayınları.
Freie, P. (2011). Ezilenlerin Pedagojisi (D. Hattatoğlu, E. Özbek, Çev.). İstanbul: Ayrıntı
Yayınları (8. Baskı).
Freud, S. (1918). Totem and Taboo. New York: Moffat Yard and Company.
Gezgin, U.B. (2013). “Direnişin Psikolojisi: Kibir Sendromu Tezi Aslında Neleri Örtüyor?” http://www.slideshare.net/dr_gezgin/gez-drennn-pskolojs-ve-sosyolojs-direnisin-psikolojisivesosyolojisidunyayidegistiren40gun
Higginbottom, A. (2008). “Solidarity Action Research as Methodology: The Crimes of the Powerful in Colombia”. Latin American Perspectives, 35, 158-170.
Holzkamp-Osterkamp, U. (1991). “Emotion, Cognition and Action Potence”. C.W. Tolman & W. Mairs (der.), Critical Psychology: Contributions to an Historical Science of the Subject içinde (134-159). New York: Cambridge University Press.
Maiers, W. (1991). “Critical Psychology: Historical Background and Task”. C.W. Tolman & W. Mairs (Ed.), Critical Psychology: Contributions to an Historical Science of the Subject içinde (23-49). New York: Cambridge University Press.
Montero, M. (2007). “The Political Psychology of Liberation: From Politics to Ethics and Back”. Political Psychology, 28, 517-553.
Prilleltensky, I., & Nelson, G. (2012). Topluluk Psikolojisi: Toplumsal Adaleti Geliştirmek. (E. Karan, Çev.). D. Fox, I. Prilleltensky & S. Austin (Ed.), Eleştirel Psikoloji içinde (179-199). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Reisner, S. (2012). “Staging the Unspeakable: A Report on Colloboration Between Theater Arts Again Political Ciolence, the Associazione Culturale Altrimenti, and 40 Counsellors in Training in Pristina, Kosovo”. M. Losi, S.
Reisner & S. Salvatici (Ed.), Psychosocial and Trauma Response in War-Torn Societies: Supporting Traumatized Communities through Arts and Theatre içinde (9-30). İsviçre: IOM.
Teo, T. (2012). Eleştirel Psikolojide Felsefi Meseleler (G. Kayacı Sevinç, Çev.). D. Fox, I. Prilleltensky & S. Austin (Ed.), Eleştirel Psikoloji içinde (73-93). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
TODAP Atölye: Direnişin Psikolojisi (2013, 8 Haziran). Facebook.
https://www.facebook.com/todapder/posts/506470476069351
TODAP Atölye: Polis Şiddetini Psiko-politik Olarak Düşünmek (2013, 6 Temmuz). Eleps.info. http://eleps.info/?p=1328#more-1328