Ateşten Gömlek: Politikayı Psikolojiyle Beraber Düşünmek

Barış Özgen Şensoy

Hayatın çeşitli çehreleri üzerine konuşurken psikolojiye başvuruyoruz ister istemez. Kimi zaman bir olayın etkilerinin göründüğünden daha derin olduğunu iddia etmek için, insanın bilişsel yönüne odaklanıyoruz; niyetlerden ve düşünme süreçlerinin etkilenişinden bahsediyoruz, kimi zaman da etki-tepki makinelerine dönüşmemizin ürkütücülüğü oluyor konu. Politika da bu alanlardan biri; psikolojik örgütlenişimiz politik yaşamımıza nasıl etki ediyor, öte yandan politik gerçeklik nasıl bir psikoloji oluşturuyor sorularını cevaplamak için çıkarsamalar yapmaktan alamıyoruz kendimizi.

Politik konular üzerine, kimi zaman tartışmaları gayrı-resmileştirmek, gayrı-teorileştirmek (yani her şeyi politika bilgisi olarak kodladıklarımız aracılığıyla açıklamamak, ikna edici argümanlar sunmak için politik aktörlerin hareketlerinin analizi sınırlarında kalmamak); yani yapılar içerisinde düşünürken insani olanı aramak, bulmak ve belki bir parça daha kendimizi “burada” hissetmek için psikolojiye başvurmaz mıyız? (Şöyle diyesi geliyor insanın: Yapısal kabul ettiğimiz şeyler üzerine konuşurken, psikolojiye başvurmak bir romantizm biçimidir. Eğer değiştirmek istediğimiz şey tek tek bireylerden kaynaklanıyorsa, bir birlik hissiyatıyla, dayanışmayla ve bire bir iletişimle bu sorunu çözebiliriz. Bir idealimiz olabilir. Bunun mümkün olduğuna olan inancımızı yitirdiğimizde, iki yol görmemiz pek olasıdır: Ya korkunç bir apati; ya da bitmemeye mahkûm bir kavga. Aydınlanmaya ve modern hakikate inanmayan devrimcinin sesi bu yüzden, hem şendir, hem de karamsar.) En basitinden, 68’in ortaya çıkışında 60 anayasasının ortaya koyduğu “özgürlük ortamı”ndan bahsederiz; ama nedir bu özgürlük ortamı tam olarak? Politik olarak bir işlevi var mıdır bu özgürlük ortamının, yoksa tamamıyla bir “by-product” mıdır; 60 anayasasının böyle bir ortama imkân tanıması hangi hegemonik ilişkileri akla getirir, hangi söylemleri ve politik hamleleri mümkün kılmıştır, hangi düşünüş biçiminin sonucunda ortaya çıkmıştır?

Birisi psikolojiden yola çıkarak bir şey söylediğinde, bir diğer tepki verme biçimi de “niyet okuma” olur. Bu tepkilerde de genel olarak bir komplo teorisi havası vardır: Sözünü söyleyen kişi (haklı ya da haksız olarak) etiketlenir; fakat ne söylediği sözün muhtevası herhangi bir biçimde tartışılır ne de söylenen sözün nasıl bir anlam inşa ettiği üzerine düşünülür. Söz söyleyen, yaşadığı ya da çalıştığı yer, politik ya da cinsel tercihleri, geçmişi, sosyal konumu ya da başka bir nedenden dolayı söylemiştir söylediğini. Ya olguyu doğallaştırmaya çalışıyordur; ya da apolitikleştirmeye. Tabii ki hepimiz anlamın ve zorunluluğun bizden önce belirlendiği bir dünyada yaşıyoruz ve karşı tarafın sözünü anlamaya çalışırken bunları hesaba katıyoruz. Bu tepkilerde ise, karşı taraf büyük bir senaryonun rasyonel ve aktif bir sözcüsü olarak görülür; hem senaryodan bağımsız davranamayacak kadar zayıf, hem de o senaryoyu gerçek kılmakta kilit bir nokta oynayabilecek kadar güçlüdür. Tepkinin bunun dışında ne dediği çoğu zaman belirsizdir; yeterice bilimsel olmamakla mı suçlanmaktadır karşı taraf, önyargılı davranmakla mı, durum hakkında yeterince bilgiye mi sahip değildir, tarihi, sosyal ve politik verileri mi hesaba katmamıştır, yoksa var olmayan bir şeyi varmış gibi mi göstermeye çalışıyordur, genelde bunların cevabı verilmez. Kimi zaman anti-emperyalizme atıfta bulunarak, kimi zamansa karşı tarafın “gerçek yüzü”nün ortaya çıktığı vurgulanarak, veriler yan yana koyulur ve bir resim çizilir.

Vamık Volkan’ın Türkiye hakkındaki açıklamaları birçok sefer bu akıbete uğradı. O ünlü arama motoruna Vamık Volkan’ın adını yazdığınızda bu yorumların birçoğunu okuyabilirsiniz. Peki, psikanalitik bir bakış açısıyla diplomasi üzerine çözümlemeler yapan Volkan’ın çalışmalarına başka bir şekilde bakmak mümkün değil mi? Böylesi bir şey yapmaya benim gücüm pek yetmeyecek; ancak yetersizlikleri kabul etmenin ve bir şeylerin dışarıda kalacağını bilerek bir şeyler söyleyebilmenin bir erdem olduğuna inandığımdan en azından bir girişimde bulunacağım. Kendi adıma, bu üçüncü dili zorlamanın psikoloji ile politika arasındaki ilişkileri düşünmek ve yeni bir tartışma diline sahip olmak için önemli olduğuna inanıyorum. Anti-emperyalizm ve Marksizm adına psikolojiyi bir kurguya, bir üstyapıya indirgeyen aşırı yorumlama da, öte yandan her şeyin bireyde başladığını söyleyip bütün politik değişimi onun değişimine bağlayan liberal aydınlanmacılık da aynı derecede iç bunaltıcı ve kısır benim gözümde.

Vamık Volkan’ın yakın zamanda Türkiye’de verdiği röportajlar ise, diplomatik ilişkilerde psikolojik durumun rolüne ve politik gündemin psikolojiyi nasıl etkilediğine odaklanıyor. (http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=919684&Date=09.02.2009&CategoryID=97) Örneğin, Prof. Volkan başbakan ile bürokratın ayrı motivasyonları olabileceğinden bahsediyor. Doğrudur, bir insanın motivasyonu diğerini tutmaz; belirleyici olan birçok unsur vardır. Öte yandan bu cümle bir yandan psikolojinin ne olarak düşünüldüğünü ortaya koyar: Hangi kimliğe hangi davranışın uygun olduğunun sınırlarının çizilmesinde etkin bir araç olarak psikoloji belirir burada. Siyasetçi, diplomat olmayan olarak kendini var eder – yani yeri geldiğinde duygularının açığa çıkmasına izin verendir, bu patlamanın nedeni de, milletin iradesinin siyasetçide bedenleşmesidir. Kendini ketleme yeteneği ve incelikli davranışlarıyla, yani aklıyla, inceleyen bürokratın yerine siyasetçinin kendini “gerektiğinde fevri” olarak icra etmesi için, psikoloji gerekli altyapıyı sağlar.

Siyasetçinin eylemlerinin psikolojik analizi de ancak böylesi bir ikilikte mümkündür öte yandan. Aklın egemenliği politikanın her yanını ele geçirirse, psikolojiye gerek kalmaz; stratejidir her şeyi açıklayan. Kişilik ve motivasyon bütün politik süreçleri kontrol ediyor olursa, politika bilimi ıskartaya çıkar; çünkü politik yapılanmalar psikolojik devinimin kuklalarıdır. Politik eylemin psikolojik açıklanması, yalnızca zihin-beden ikiliğini açıklamaz; ona mahkûmdur ve onu yaratır da. Hangi noktada akli, hangi noktada fevri olunması gerektiğinin sınırlarını çizmek, bugün devlet kurumları için üretilen politik psikolojinin en önemli derdi gibi görünüyor.

Volkan, son Gazze saldırısını Obama başkanlık koltuğuna oturmadan önce İsrail’in son kez hıncını alma arzusu olarak değerlendiriyor. Militarizm, şiddet ve düşmanlığın, modern devletin ontolojik bir zorunluluğu olduğuna inandığımdan, Filistin’i sürekli baskı altında tutmanın ve kendi toplumunu militarist bir eksende kontrol etme arzusunun İsrail’in temel devlet politikalarından olduğunu düşündüğümden, bu benim için ikna edici bir açıklama değil. Öte yandan, böylesi bir psikolojik çözümlemenin, politik imkanlara dair bir karamsarlık yarattığını düşünüyorum. Biri ezen biri ezilen iki taraf arasındaki çatışmanın adil bir şekilde sona ermesi, hıncın yenilgiye uğratılmasından mı geçecektir, yoksa politik hayatın yeniden kuruluşundan mı? Eğer, ilki için evet cevabını veriyorsak, yeni bir problemle karşı karşıya kalırız; hıncını sonlandırmayı -yani aydınlanmayı- reddedenin meşru olmadığını sağlayacak zemin nedir? Aydınlanan ve aydınlanmayı reddeden, nasıl konuşabilir? Aydınlanmayı reddeden, hıncını sonlandırmayan nasıl rehabilite edilebilir? İkincisi ise çok daha karamsar bir yol çiziyor aslında; yalan yok, kimin gücü kime yeterse bir dünyada yaşıyoruz.

Röportajının ikinci bölümünde ise, Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum kampanyasından umutlu olmadığını; çünkü duygusal meseleleri yeniden tartışmaya açtığını belirtiyor Volkan. Ayrıca, ekonomik ve politik alanlara dair atılan temel adımlarla başlayan yavaş gelişen bir ilişki sürecinin (hükümetler arası mı – halklar arası mı, onu pek anlayamadım) daha sağlıklı olduğundan bahsediyor. Volkan’ın diğer açıklamaları gibi, bunun da doğruluğuna ya da geçerliliğine dair bir şeyler söylemek benim yapabileceğim bir şey değil. Ancak, Volkan’ın sonrasında değindiği başka bir şey var ki; birçok varsayımın üzerine inşa edildiğini düşünüyorum: “Böyle bir kampanya yerine para toplasalardı. Doğu Anadolu’da sembolik değeri olan Ermeni binalar var, onları onarsalardı. O daha çok şey verirdi, hürmet bu...”

Entelektüelin görevi, iki hükümet arasında arabuluculuk yapmak veya toplumsal duyarlılığın simgesi olmak değildir ki! Entelektüel bir arabozucudur; dayatılmış gerçeklikleri eleştirmekle yükümlüdür. Bilgisini, bir problemi çözmek için değil; problemin derinliğini göstererek daha da derinleştirmek için kullanandır.

Politikayı düşünürken, psikolojiye uğrayacağız elbet; tersi de geçerli. Bununla beraber; insan doğası üzerine konuşurken politik varsayımlar üretenleri (eşcinsellik bir hastalıktır arkadaş, altı seansta tedavi ederim ben), politik analiz yaptığını iddia ederken durumu psikolojikleştirenleri (Kürt Sorunu’nun temelinde eziklik hissiyatı yatıyor) “cahil” ya da “bozguncu” diyerek bir kenara atma şansımız yok gibi görünüyor bana. Psikoloji, dışarıdaki dünyada sabit bir şey olarak bizi bekleyen bir alan değil çünkü; sürekli icat edilen, var edilen bir şey. Dolayısıyla, “psikolojiyi düzünden okumak isteyenler” de, bu söylenenleri ciddiye alıp cevap vermekle, bu hataların hangi toplumsal yapıları ifşa ettiğini açıklamakla ve kendi bilgisini üretmekle zorunludur.

Twitter
Facebook
© Copyright 2013 - TODAP