Yaşadığımız ülkede kadın olmak, her yeni güne ölüm, tecavüz, taciz ve duygusal erkek şiddeti tehdidine ya da fiiline maruz kalarak uyanmaya eşdeğer hale geldi. Cumartesi iki ölüm, pazar günü üç tecavüz, pazartesi altı taciz, salı günü dört duygusal sömürü şeklinde çetele tuttuğumuz hayatlarımız var artık. Bazılarımız maruz kaldıkları erkek şiddetine ses çıkaracak gücü kendilerinde bulup, dayanışma ve destek için yeni ağlar bulmaya ve de yaratmaya çalışırken; bazılarımız içinse susmak, görmezden gelmek ve katlanmak canlı kalmak için bir zorunluluk. Mevcut erkek egemen sistemin baskıcı ilişkileri içerisinde kimimiz için şiddete direnmek; işini kaybetmeyi, ailesi tarafından yalnızlaştırılmayı, sevdikleri tarafından cezalandırılmayı, toplum tarafından iyi gözle bakılmayan kadın olmayı göğüslemeyi de gerektiriyor. Susmakla şiddete karşı direnmek arasında zorlu bir tercih yapmaya mecbur bırakılıyoruz ve ne yazık ki çoğu zaman susmayı ve görmezden gelmeyi seçiyoruz.
Özgecan’ın öldürülmesiyle bir kez daha içimizi yakan acı, aynı zamanda her kadının kendi hayatındaki erkek şiddeti nedeniyle oluşmuş örseleyici yaşantılarını ve duygularını ruhunun kapalı alanlarından alıp tekrar ortaya çıkardı. Uyku uyumakta zorlanıyoruz, uyuyabildiğimiz uykulardan kâbus görerek uyanıyoruz, yediğimiz yemekler boğazımızda düğümleniyor, içimizdeki acı daha onulmaz hale geliyor, öfkemiz büyüyor ve tekrar büyüyor. Bu duygusal döngü, bir kadının ölümüne, kadına yönelik bir şiddet öyküsüne tanıklık ettiğimiz her defasında tekrar ediyor. Bu ülkede her gün kadınlar öldürülüyor ve her gün onlarca kadın evde ve sokakta tecavüze ve cinsel tacize maruz kalıyor. Sonuç olarak yaşadıklarımız bitmeyen bir travmaya dönüşerek yaşamlarımızı işgal etmeyi sürdürüyor.
Maruz kaldığımız ya da tanık olduğumuz eril şiddetle kendini gösteren acı ve ona eşlik eden öfke bizim için ne kadar gündelik bir gerçekliğe dönüşmüşse ve bizi anormal kadın yapmıyorsa, aynı şekilde bu şiddeti uygulayan erkek de hasta, cani, insanlıktan çıkmış değildir. Kadın cinayetleri gündelik hayatta sıkça karşılaşılan tacizlerden, kadınların maruz kaldığı diğer psikolojik, ekonomik, cinsel ve fiziksel şiddetten; ayrımcı pratiklerden uzak ya da bağımsız değildir. Bu nedenle de şiddeti uygulayan erkeklerin gözü dönmüş caniler, hasta ve sapıklar, cinnet geçirenler, yani 'öteki' erkekler olduğunu söylemek, ülkemizde kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin vardığı boyutu sadece azımsamaya ve yaşananları münferitleştirmeye hizmet etmekle kalmaz, faili yine erkekler olan diğer şiddet biçimlerini de görünmez kılar ve normalleştirir.
Mevcut hükümet, kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddete önlem olarak idam, hadım, şiddet uygulayan erkeğe mahalle baskısı gibi şiddeti hiçbir biçimde engellemeyecek yöntemleri öne çıkarırken, diğer yandan da kadın-erkek eşitsizliğini doğallaştıran söylemlerine, kadınları evlere kapatma ve aile içine hapsetme, yalnızlaştırma ve çaresizleştirme politikalarına devam etmektedir. Evet, kadın cinayetlerinin failleri erkeklerdir. Yaşanan vahşetin güç ilişkileri, ataerki ve erkeklik kurgularıyla ilişkisi göz ardı edilerek, erkeklerde bulunan bir bozukluk ve sapkınlıkla açıklanmaya çalışılmasını ve bunların tedavisi ya da ortadan kaldırılmasıyla kadına yönelik şiddetin çözülebileceğine dair söylemleri reddediyoruz.
Bununla birlikte, kadına yönelik şiddeti geri kalmış İslam ülkesi olmakla, cinselliğin bastırılmasıyla, gericilikle ya da diyelim ki ataerkiyle açıklayan; kendilerini “ilerici”, “dürtülerini kontrol edebilen” ve dahi “profeminist” olarak tarif eden; sol çevrelerden, akademiden, meslek içi eğitim çalışmalarından ya da terapi odalarından tanıdığımız erkeklerin, devlet tarafından üretilen erkek egemen iktidar aygıtına eklemlenerek onu yeniden ve yeniden ürettiklerini, kadına yönelik şiddeti meşrulaştırabildiklerini ve hatta uygulayıcısı olduklarını biliyor ve duyuyoruz.
Bizler bu ülkenin sosyal bilimci ve ruh sağlığı çalışanı kadınları olarak kadınların direniş hikâyelerinin içindeyiz ve bu hikâyeler bizim kendi hayatlarımızdaki şiddet ve erkeklerin kontrol davranışları hikâyelerinden ayrı değil. Kadına yönelik her türlü erkek şiddetinin nihai hedefinin kadını baskı altına almak, kadını ehlileştirmek, sokaktan uzaklaştırmak ve kontrol etmek olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ve ne acıdır ki, öldürülen kadınların, maruz kaldıkları erkek şiddetine karşı yaşamlarını savunan, özgürlükleri için erkek iktidarına karşı çeşitli direniş biçimleri kullanan kadınlar olduğunu da biliyoruz. Direnişimiz artıkça baskı ve şiddet artıyor, baskı ve şiddet artıkça da direnişimiz büyüyor.
Türkiye’de yaşayan kadınlar olarak kendimizi suçlamayı ve utancı bir tarafa bırakıyoruz. Bize suçluluk ve utanç hissettiren erkek egemen iktidarın baskı kodlarını ifşa ediyoruz. Çünkü şiddeti de failini de tanıyoruz. Bu ülkede erkeklerin adları şiddetle anıldıkça, kadınların adları da direnişle anılacaktır. Ve sanılanın aksine, öldürülen kadınlar da dahil şiddete maruz kalan her kadın, erkek şiddetinin mağduru değil, kadınların direnişinin öznesi sayılacaktır !
Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği Kadın Komisyonu