Duvar
TODAP üyesi Banu Bülbül'ün Güncel Hukuk Dergisi Nisan sayısından yayınlanan Duvar başlıklı yazısını aşağıda bulabilirsiniz.

DUVAR

Banu Bülbül 

1983 yapımı “Duvar” filmi 1984 yılında kaybettiğimiz Yılmaz Güney'in son filmi. Yılmaz Güney, hapishane gerçeğini iyi bilen bir yönetmendi ve bu filmi de 1976 yılında Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan isyandan etkilenerek çekmişti. 

Duvar, izleyenlerin genellikle kendisini “yumruk yemiş gibi” hissederek ayrıldığı, hemen hazmedilemeyen sertlikte  bir başyapıt. Darbe sonrası cezaevleri genellikle siyasi tutsaklar açısından ele alınırken Güney’in cezaevlerine çocukların gözüyle bakması önemli bir politik aşkınlığı ifade ediyor. Cezaevlerinin erkek egemen dünyasının çocukları nasıl etkilediğini yoğun bir erkeklik eleştirisi ile anlatması, filmin öznesinin kahramanlar değil ezilen, yoksul, çaresiz çocuklar olması özellikle dönemi gözetilerek düşünüldüğünde çok değerli…

Film başlarken yavaşça “dışarı”dan “içeri”ye giriyoruz, kamera bizi duvarların arkasına götürürken ona neşeli müzikler çalan radyo sesi eşlik ediyor. “Dışarı”ya ait olan bu ezgilerin  cezaevine yabancılığı insanı ürpertiyor, gündelik yaşamımız sorgulamamızı ondan uzaklaşmamızı sağlıyor ve filmi izledikten sonra bir müddet kendi hayatımıza dönemiyoruz. 

Filmdeki çocuklar diyor ki; “büyükler için ne değişir bilmem ama bizim için 4. Koğuş (çocuk koğuşu) için birşey değişmez”. Bu konuda Yılmaz Güney’in çok haklı olduğunu düşünüyorum. Duvarların arkasında olmak, kapatılmak çocuklar için hiçbir koşulda iyi olmayacak. Çünkü onların bedensel, ruhsal gelişimlerini tamamları için cezaevleri hiçbir koşulda uygun olamaz. Kapatılma koşullarında onları istismardan, ihmalden korumamız mümkün olamaz.

Filmin genelinde hissettiğimiz duygu dehşet... Yılmaz Güney, çocukluğumuzdan bizi yakalayarak, o cehennemin kapılarını aralıyor, içeriyi gösteriyor. Çaresizlik, sıkışmışlık duyguları çocukların da bizim de yaşadığımız temel duygu. 

Film boyunca birkaç kez, küfür, kaba dayak, falaka direk etimizden içeri geçecek kadar bedenimizde hissettiğimiz biçimde gösterilirken, idam ve tecavüz sahneleri direk görsel olarak sunulmadan anlatılıyor. 

Militarizmin çocuklar üzerindeki baskısını “yaylalar, yaylalar, komşu kızını zapteyle” diye devam eden asker geçişlerinde hissediyoruz. Erkeklikle ilgili yoğun baskılar, tecavüz tehdidi, sürekli cinsiyetçi küfürlere maruz kalma, “erkek gidip oğlan dönersin” ifadelerindeki korku, “kız mısın erkek misin aç göster” baskısı, “sünnetli sünnetsiz olmak” vurguları ile filmde erkekliğin çocukları da ezen tavrı eleştirilirken cezaevi yönetiminin sünnet olmak ve kelime-i şahadet getirmek üzerinden yaşattığı dini baskı da görünür kılınmış. 

Cezaevi çalışanlarının hemen tamamı çocukların sorunlarına duyarsız, önemli bir bölümü ise sorunun ta kendisi. Onlarla sevgi bağı kuran gardiyan Ali Emmi (Tuncel Kurtiz’i de burada sevgiyle anmış olalım), çocukların karşılaştığı babacan tavırlı tek yetişkin olarak karşımıza çıkıyor ve o da cezaevinde barınmayı başaramıyor. Böylece film aracılığıyla bir kez daha görüyoruz ki cezaevleri doğası gereği, sertlik üzerine, sevgisizlik üzerine kuruludur. 

Filmdeki en kötü karakter olan Gardiyan Cafer, çocuklara cinsel, fiziksel şiddet uygulayan kişi olmasına karşın cezaevinde kalan çocukların bir bölümünün, onunla ve onun dünyasıyla doğrudan özdeşim kurduğunu ve kendince oranın kurallarına göre oynamayı seçtiğini görüyoruz. Bu çocuklar, içerde edindiği işlerle, parayı, gücü, iktidarı elinde tutmaya çalışarak diğer çocukların üzerinde baskı kuruyor. Fakat filmin sonunda verilen mesajda bu çocukların liderlerinin de öldürülmesi bu yolun çocuklar için bireysel kurtuluşu dahi ifade edemeyeceğini açık biçimde gösteriyor. 

Yılmaz Güney’in filminin ana karakterleri, cezaevinin en yoksullarından iktidara en uzak olanlarından… Ancak onların da grupta kalabilmekle ilgili kendi içinde sert kuralları var. Nitekim filmde grup kararlarına uymadığı için dışladıkları bir çocuğun aslında intihar sayılabilecek kaçışı sırasında askerler tarafından öldürülmesini acıyla izliyoruz.  Cezaevi doğası gereği mahrum bırakılmaya dönük bir yerdir. Halböyleyken bir de içeride,  onaylandığınız, sevgi, saygı, sıcaklık gördüğünüz insanlar tarafından gruptan tecrit edildiğinizde bu ölümcül yıkımlara yol açabiliyor. Bu çocukların da birçok zaman kendilerini ezen dünyanın diliyle konuştuklarını görüyoruz. Annesini taciz eden adamı öldürdüğü için cezaevine giren çocuğun görüşe gelen annesine “dudağında boya mı var?” diye sorması, yaşının küçüklüğüne rağmen annesine hükmeden bir dil kullanması da bu tavrın örneklerinden…  

Gardiyanlar dışında cezaevinde bulunan cezaevindeki yaşama dönem dönem dahil olan görevlilerin içerideki yaşam için önemli bir fonksiyonlarının olmadığını görüyoruz. Cezaevinde sürekli bulunan askerler tam bir “emir kulu” görüntüsünde, çocuklarla ilişkisiz… Yetişkinlerin avukatı olan bir adam görüyoruz hangi niyetle olduğunu tam anlayamasak da müvekkillerine yalan söylüyor, doktor çocuğun kendi durumunu anlatamayacağı kadar ilişkisiz, uzak ve sonuç olarak idareden yana biri… Bugün hala çocukların anlattıkları ile uyumlu biçimde çocuk mahpusların kendilerini anlatabilecekleri uzmanlarla karşılaşmadıklarına ve yoğun yalnızlıklarına tanıklık ediyoruz. 

Bir sahnede kan bağışı için cezaevine sağlık ekipleri geliyor. Bu nedenle cezaevinde yapılan anonsta “Türk kanı”na duyulan ihtiyaçtan söz ediliyor. Böylelikle cezaevi yönetiminin (aslında devletin demek daha doğru olur) her konuda kendini değersiz hissettirdikleri çocuklara ulusal aidiyet üzerinden değerli hissettirme çabasına özellikle eleştirel bir vurgu yapılıyor. Hemşirelerin oradaki varlığının, çocuklar tarafından ne denli yabancı algılandığı bize öyle başarıyla hissettiriliyor ki, cezaevlerine dışarıdan giren her tür kişi ve uzmanın ayrı bir dünyadan gelen uzaylılar gibi algılanabileceği, algılanmasının doğal olduğu hatırlatılıyor. 

Çocukların dünyası anlatılırken genellikle bizi gerçeklikten uzaklaştıran engellerimiz var. Bakan kişi yani bizler, yetişkin olduğumuz için onların kendi dönemindeki önceliklerini, dillerini anlayamayabiliyoruz. Bu nedenle filmde çok gerçekçi biçimde çocukların kendi durumlarını ifade ettiği bölümleri çok değerli. Senaryoda büyük bir doğallık var ve izlerken Yılmaz Güney’in o dünyayı bilen ve o çocukları tanıyan biri olduğuna kesin biçimde inanıyoruz. 

Çocukların sözlerinden alıntılarsak;  

Kaçan ve birgün sonra yakalanarak cezaevine dönen çocuk dışarıyı şöyle anlatıyor; “Bizim için hayat hiçbir yerde kalmamış. Hiçbir yerde... ...dışarda da hayat yok, kimse kimseye bakmıyor. Herkes koşuyor, herkes telaşla koşuyor. Nereye koşuyor?” ve diyor ki; “Babam olsaydı da, anam olsaydı da 100 sene ceza yeseydim. 100 sene...” yürek parçalayıcı bu sözler çocuğun içindeki yalnızlık, kimsesizlik, gariplik halini anlatıyor. Yılmaz Güney bir çocuğun diliyle tam da Nazım’ın şu dizelerde ifade ettiğini söyletiyor yani;
 “Yani içerde onyıl on beş yıl 
Daha da fazlası hatta
Geçirilmez değil
Geçirilir
Kararmasın yeter ki
Sol memenin altındaki cevahir”

Yani, cezaevi korkunç bir yerdir ve buraya dair dayanma gücünü şöyle tanımlarız; çocuğun içinde sevgiye, şefkate dair sağlam bir imge var mı, bir kavuşma umudu var mı, dışarıda onu takip eden sevdikleri var mı, o temas, o bağ sürüyor mu? Eğer bunlar tamamsa yani hepsi “sol memenin altında duruyorsa” bu cehenneme katlanılır. Ama bu ömrün yaşanan bir parçası değil katlanılan bir kesitidir. 

Ne yazık ki bugün de mahpus çocuklar, keyfi biçimde yoksul ailelerinden kilometrelerce uzaklara sevk ediliyor, bu onların fillen görüşemez olması anlamına geliyor. 

Başka neler söylüyor çocuklar; ''çocuk olmak istemiyorum artık '', '' allahım ne olur beni başka bir hapishaneye gönder '' Kaçma planları yaparken kurdukları hayaller dünyaları hakkında bize ipuçları veriyor; tabanca sahibi olup soygun yapmak sonra “dost tutmak” ve Cafer’i öldürmek… 

Film bize öncelikle, apaçık gerçeğe dümdüz bakmamızı söylüyor. Düğüne gider gibi götürülüp idam edilen çiftle cezaevinde mutluluk, sevinç gibi duyguların bile ne tehlikeli olabileceğini gösteriyor. Filmin umuda dair sözü az… İsyan çıktığında bebeğin dünyaya gelmesi genel anlamda isyanla doğacak olana dair umudu ifade etse de filmin sonunda çocukların kaçamaması, kaçanlardan birinin ölmesi, diğerinin yakalandıktan sonra öldürülmesi, umudun burada da olmadığını, tek başına cezaevinde tutulanların çabasıyla içerinin değişemeyeceğini gösteriyor.  

Filmin sonunda kötü karakter Gardiyan Cafer de ölmüyor ve seyirci o gerilimde bırakılıyor. Biliyoruz ki gardiyan Caferler hala pekçok cezaevinde yaşamaya devam ediyor. Çocukların cezaevlerinde korunması olanaksız. Çocukların başka insanlara, hayvanlara, doğaya zarar vermesini önlemenin yolu şiddet ya da kapatılmayla cezalandırmak olamaz. Çocuklara uygulanan bu şiddet tüm olumsuzluklarıyla misliyle bize geri döner. Bu filmde gördüklerimiz büyük benzerliklerle çocukların kaldığı cezaevlerinde yaşanıyor. 

Yılmaz Güney bu filmde diyor ki; çocuklar üzerindeki baskı ve şiddeti yok etmek, tek başına çocukların işi olamaz. Bu bizim işimiz. Cezaevi duvarları içeriden değil, dışarıdan gelen basınçla yıkılabilir. Ve unutmayalım ki, çocuk cezaevlerinde dövülen, baskılanan, tecavüze uğrayan hepimizin geleceği, ortak umudumuzdur.
Twitter
Facebook
© Copyright 2013 - TODAP