Güncel Hukuk Dergisi'nin Eylül sayısında yayınlanan "Barış'ı Yaratmak" başlıklı yazımızı aşağıda sizinle paylaşıyoruz.
BARIŞ'I YARATMAK
Suruç katliamından, belki de daha geride seçim sonuçlarının açıklanmasından bu yana iktidarın yaptığı ateşle oynamaktır. Ateşle oynamak, hepimiz biliriz ki tehlikelidir. Bahçemizi, ormanımızı, evimizi yakabiliriz. Hatta daha da dikkatsiz ve özensiz davranırsak o evin, bahçenin, ormanın içinde kendimizi ve yakınlarımızı da yakabiliriz. İşte ülkede yaşanan biraz da budur. Fütursuzca ateşle oynanmaktadır. O ateş şimdiden çok evi yaktı. Dersim’de, Diyarbakır’da sincapların, ceylanların, kuşların yuvasını yok etti biliyorsunuz. Çok insanın da ocağını söndürdü, kül etti. İnsanlar, birgün, gayet sağlıklı olan arkadaşını, sevgilisini, eşini, çocuğunu bir kurşunla, bombayla ansızın yitiriverdi. Bu ülkede eyleme giderken, bir politik aktivitede bulunurken ölüm riski olabileceğini ne yazık ki hepimiz biliyoruz. Ancak bu olasılığın hep akılda olması olduğunda şaşırmamıza, dehşete kapılmamıza engel değil. Hele de silahlı çatışmalara uzun dönem ara verilmesi ardından yaşandığı düşünülürse… Ki ölenlerin önemli bir bölümü eyleme de gitmiyordu, bir politik aktivite içinde de değildi. Öldürülen insanların cenazesine, taziyeye gelenlere de saldırdılar. Bütün bu yapılanlar bize ne yaptı? Psikolojimize, ruh halimize? N’oldu bize?
Bu soruların yanıtlarını vermek kolay değil. Yukarıda verdiğimiz örneklerde çatışmalardaki kuralsızlığı anlatmaya çalıştık. Örneğin bir zamanlar, cenazeler gömülürken savaş bile dururmuş. Karşılıklı buna izin verilirmiş. Böyle bir kural var mı? Yok. Öldürülen askerlerin cenazeleri kendisinin, ailesinin inancına uygun biçimde defnedilebiliyor mu? Yok. Çocuklar güvende mi? Hayır. İşçiler, gündelik hayatın akışını sağlayanlar güvende mi? Tabii ki değil. Hiçbirşey sabit değil. Hepimiz asgari düzeyde günümüzü, geleceğimizi öngörmek isteriz. Biraz da kontrol edebilmek. Şöyle ki “Sabah 08:30’da kalkıp işe gideceğim. Ama hasta olursam gitmeyebilirim. Bilmem ne yaparak biraz kaytarabilirim.” ya da “Bugün şu işi değil de bunu da yapabilirim” gibi… İşte savaş ortamı, kapitalist sistemde zaten çok sınırlı biçimde varolan bu belirleyebilme hakkını da pekçoklarımızın elinden neredeyse tamamen alıyor.
Bir yanda dışarı çıkma, sokakta olma hali bombaların patlaması ihtimali nedeniyle tehlikeli algılanırken, diğer tarafta bizzat sokağa çıkma yasakları, sıkıyönetim bölgelerinin ilanı ile engelleniyor. Arada böyle de bir fark oluşuyor. Bir tarafta zihinlere konulan, içselleştirilmiş, kabul görmüş, kendinizin sandığınız yasak ve engeller, diğer tarafta fiili olanlar. Hangisinin daha kötü ve zarar verici olduğuna karar vermenin zorluğuna, insanlara müdahale biçimlerinin, etkilenme biçimlerini de nasıl değiştirdiğine, bizi barışın önkoşulu olan birbirimizi anlama halinden nasıl da uzaklaştırdığına ayrıca dikkat çekmek isteriz.
Bugünleri bizzat tam o ateşe en yakın, en sıcak yerinden yaşayanlar, nasıl bir gelecek tahayyülü oluşturur? Lice’de, Varto’da, Silvan’da yaşayanların “Gelecek mi?” dediklerini duyar gibi oluyorum. Belki “Sen neden bahsediyorsun?” da derler. “Gelecek mi?” sorusu ile ifade edilen öfke, ölümle ne kadar içiçe, yanyana yaşandığını gösterir bize… Yani günün konusu “hayatta kalmaktır” tehlike “yaşamsaldır”. “Yaşamsal tehlike, süreğendir”… Bu durumun insanların ruh sağlığını ne kadar örseleyebileceğini şu anda bunu okuyan herkes de öngörebilir. Hiçbir uzmanlığa gerek yok bunu anlamak için…
Savaşta ortaya çıkan duygular başedilmesi zor duygulardır. Savaşı tehlikeli bir ateş oyununa benzetmiştik. İşe o ateşin temel yakıtı nefrettir. Nefret soğukkanlı da olabilen bir yıkıcılıktır. Nefret, alanını sürekli genişletmek ister. Sevgi, dayanışma, anlama çabasını öteleyerek kendisine alan açar. Bu nefret, öylece evinizde otururken savaşın oluşmasına, gelişmesine hiçbir katkınız yokken de gelip sizi bulabilir. Sonrası saldıranın gözlerindeki nefretle karşılaşma, o nefreti anlamlandırmakta zorlanma, insanlığa ve geleceğine duyulan güvenin sarsılması… diye devam edebilir.
Peki insanı savaşta bile ne korur? Barışı isteyenleri, sürekli kendi alanına çekmeye çalışan savaşa, nefrete nasıl direnilir, karşı koyulur? Nasıl su dökeriz savaşın ateşine? Dayanışmayla, ölürken bile diğerinin elini tutan, diğerini kurtarmaya çalışan insanların varlığıyla… Birlikte olmanın, dostça, yoldaşça sevginin güveniyle kuşkusuz… Tek yolumuz bu… Anlama, dinleme, yanyana durma, destek olma kapasitemizi artırarak… Savaşlarda kimilerinin nefret, kimilerinin sevme ve üretme kapasitesi genişliyor. Sevgiyle üretmeyi, dayanışmayı örgütlemek umudu da büyütmektir.
Sözünü ettiğimiz, düşünü kurduğumuz barış, toplumdaki temel çatışma dinamiklerinin, eşitsizliklerin, ezme-ezilme süreçlerinin yok sayıldığı bir dönem değildir. Yoksa birileri savaşı “kazanır” ve diğer insanları baskılar. “Aslında bu dil yok”, “aslında böyle bir halk yok”, aslında senin mezhebinde şöyle böyle” der ve nefret söylemi üzerine kendini kurarken, diğeri de bizzat ölüm korkusuyla susabilir, silahlar da konuşmayabilir. Birileri “kazanır”, hayat “kaybeder”… İşte barış böyle bir durumun adı da olamaz.
Konuşabildiğimiz, tartışabildiğimiz, yüzleşebildiğimiz, anlayabildiğimiz, yenileyebildiğimiz, yıkabildiğimiz, birlikte yeniden yapabildiğimiz sürece gerçek bir barış sürecinin varlığından söz edebilir hale geleceğiz.
Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği (TODAP)