Daha Fazla Umut İçin Daha Fazla Dayanışma
Bir öğretmensiniz ve öğretmenler tuvaletinde hüngür hüngür ağlayan arkadaşınızın gözyaşlarının, çıkılması yasak bir sokağa çıkıveren öğrencisi için olduğunu öğreniyorsunuz. O yüzden, yasaklı sokaktan öğrencinizin yokluğunun nedenini korkudan soramıyorsunuz sınıfınızda. Hangi öğretme anlamını koruyabilir ki artık... 

Örneğin bir akademisyensiniz ve daha önceki derslerinizi pür dikkat dinleyen öğrencilerinizin gözleri ellerindeki telefonda, az önce haberi alınan ölümün  arkadaşları olup olmadığını anlamaya çalışıyorlar. Ya da hemen yanıbaşınızdaki yasaklı sokaktan patlama sesleriyle bölünüyor cümleleriniz. Hangi ders devam edebilir ki artık... 

Belki de bir psikologsunuz ve danışanınız çıkılması yasak sokaklardaki çocuk cesetlerinin ruhunu paramparça ettiğini söylüyor. Hangi terapi bu ruhu sağaltabilir ki... 

Belki bir  doktorsunuz ve çıkılması yasak sokaktan yaralı insanları tedavi ediyorsunuz ama siz uğraştıkça o sokaktan kanlar akmaya devam ediyor. 

Belki de bir hamalsınız ve çıkılması yasak sokaktan eşya değil çocuk ölüleri taşıyorsunuz, hayatınız boyunca ruhunuza ve bedeninize hiç çökmemiş bir ağırlığın altında ezilerek... 

Belki de bir itfaiye erisiniz ama çıkılması yasak sokağın yangınına yaklaşmanız da yasak. 
Sanki bu sokaktaki kutsallar kutsallığını yitirmiş, tarihi eserler ise tanıklığını. Burada camiler cami olarak görülmüyor, kiliseler de kilise olarak. 

Yahut sadece bir vatandaşsınız ve sizinle aynı vatanı paylaşan bazı insanların sokakları yasaklı, bu sokaklara çıktıklarında vuruluyorlar, üçer beşer çocuklarını yitiriyorlar, hastaneye götüremedikleri anne babalarının çaresizliğini görmektense asıyorlar kendilerini, gömemedikleri ölülerini buzdolaplarında saklıyorlar. Ve siz bütün bu vahşetin kamu düzenini sağlamak adına gerçekleştiğine inadırılmışsınız. Oysa ki çocukların cesedi üzerinde hangi kamunun düzeni olabilir. O çocuklar ki ilk fırsatta ayağa kalkacak ve sizin düzenli dediğiniz kamuyu alaşağı edecek.

Peki hiç yasaklı sokaktan olmayı düşündünüz mü? On üç yaşındasınız ve sadece evinizin önüne çıktığınız için yargılanmayacağından emin birileri size kurşun yağdırıyor ve siz can çekişirken başınızda bekliyor. Ailenizi size yaklaştırmıyor ve siz ölünce de çekip gidiyor. On üç yaşında pijamalı terörist çocuk oluveriyorsunuz. 

Belki de otuz beş günlüksünüz. Sadece otuzbeş gün önce geldiniz bu dünyaya ama bir şanssızlığınız var: devlet nezdinde makbul anne babadan değilsiniz. Ufacık bedeniniz hastalıkla başbaşa bırakılıyor çıkılması yasak sokaklarda. Sadece otuz beş gün kalabiliyorsunuz hayatta. Olan biteni hiç anlamadan. 

Ya da on altı yaşındasınız. Babanız zar zor canını kurtarmış. Yakılan köyünden kaçıp şehrin en yoksul, en yoksun köşesinde kendine sığınacak bir baraka bulmuş. Ama kolay kurtaramıyorsunuz yakayı. Siz mimlenmişsiniz. Amcanızı veya başka bir akrabanızı beyaz toroslara bindirip kaybedenler teker teker beraat ediyor zerre hukukla ilişkisi olmayan mahkemelerde. Ve güvenliğinizi sağlamakla görevli olduğunu iddia edenler mahallenizde istediği gibi sizi akranlarınızla birlikte alıyor, cezaevine gönderiyor; hukuk bilmez, beyaz toros aklayıcısı mahkemelerde ellerinizin tozluluğu, atletinizin ıslaklığı örgüt üyeliğine delalet kabul ediliyor. Siz anlıyorsunuz ki hukukun sizin sokağa uğraması imkansız, güvenliğin sizin sokakta var olması imkansız. Kendi güvenliğiniz için kendi hukukunuz için kendi alanınız için kazdığınız hendeklerde, oluşturduğunuz barikatlarda bana ilişmeyin ben de size ilişmiyecem diyorsunuz. Dün sokağınızda çocuk öldüren polisi görmeyen hukuk hendeğinizi, barikatınızı kendine tehdit sayıyor. Sadece sizin sokağınızı değil bütün ilçenizi yaşama kapatıyor. Açık bir cezaevine dönüyor kentiniz. Sizin verginizin de içinde olduğu parayla alınan zırhlı araçlarla size saldırıyor. Dostlarınızın, mahaledeki arkadaşlarınızın vahşice öldürülmesine, fütursuzca hapislerde tutulmasına sessiz hukuk, kendinizi koruma çabanıza karşı. Yasadışı trilyonluk sarayların çiğneyemediği(!) hukuku sizin hendeğiniz, barikatınız çiğniyor(!). Ben bu ülkeyi istediğim gibi yönetirim diyen diktatöre sessiz hukuk, ben kendimi istediğim gibi yönetmek istiyorum diyen çığlığınızı bastırmakla meşgul. 

Ya da yetmişlerinde bir kadınsınız.  Otuz beş günlük bebelere acımayanların var olduğu bu topraklarda yetmişini bulmak kolay değil. Sizin için de kolay olmamış. Acının her türlüsüne tanık bir hafızaylasınız. Böbrekleriniz de iflas etmiş. Ama sokağınız yasaklı. İhtiyaç duyduğunuz tedavi için beyaz bayraklarla sokağa çıkıyorsunuz. Yargılanmayacağından emin çocuk katillerinin insafına kaldınız. Kendi sokağınızda elinde beyaz bayrakla derman arıyorsunuz. 

Belki de seksenlik bir dedesiniz. Kovulduğunuz köyünüzden şehrin varoşunda bir gece konduya sığındınız. Yoksullukla sınanan onurunuz galip geliyor. Çöplerden topladığınız demirleri satarak geçiminizi sağlıyorsunuz. Yasaklı bir sokakta çocuklarınız için ekmek bulmaya çalışırken insaftan yoksun bir keskin nişancı tarafından tek kurşunla vuruluyorsunuz. Cesediniz sokağınızdaki yasağın kalkmasını bekliyor. 

Dün insanlar anadilini konuşmasın, kültürünü yaşamasın, kendi olmasın diye çabalayan zalimler nasıl bu insanların köylerini yakmaktan,  bu insanların hayatlarını zindana çevirmekten, bu insanların yakınlarını kaybettirmekten bir şey elde edemedilerse bugün insanca yaşamak isteyenlerin kentlerini cezaevine çeviren, sokaklarını kana bulayan, bu insanlara her türlü zulmü reva gören zalimler de kaybedecek elbet. Tek ihtiyacımız olan her gecenin bir şafağının olduğunu bilmek ve bu şafak için daha fazla umut taşımak, daha fazla dayanışma göstermek.

Düzgün Uğur
Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği(TODAP)

Twitter
Facebook
© Copyright 2013 - TODAP