Gazeteci, akademisyen, sanatçı ve yazarlardan oluşan Barış Grubu’nun 30 Aralık 2015 Çarşamba günü gerçekleştirdiği Diyarbakır ziyaretine biz de İzmir’den katıldık. Sonraki gün de TİHV [Türkiye İnsan Hakları Vakfı] İnsan Hakları İçin Sağlık Çalışanları Grubu olarak Türkiye’nin çeşitli illerinden sağlık, emek ve meslek örgütlerinin Diyarbakır buluşmasına katılmak için kaldık.
Toplantı için hazırlanan salonun kapısından içeri girdiğimizde, duvardaki “Aslolan Hayattır. Silahlar Sussun, Zulüm Dursun, Barışı Konuşalım” yazısı karşıladı bizi. Aynı acının buluşturduğu iki kadın, Türkan Elçi ve Rakel Dink konuştu önce. Ardından bölge halkı tanıklıklarını anlattı.
Türkan Elçi, “Hoşgeldin kardeşim, acılı yalnızlığıma hoşgeldin! Öfke bileyenler sussun bir kere…” diyerek başladığında konuşmasına, hepimiz, çok değil bir ay önce kaybettiği eşi Tahir Elçi için tuttuğu mateme bütün kalbimizle refakat edebilmek için nefesimizi tuttuk.
Ardından Rakel Dink ağıda çalan sesiyle “Onca insan toprağa verildi. Toprak doymaz, toprak yeter demez. Onun için biz yeter demeye geldik. Lütfen bu kadar acı yeter. Kardeşçe, insanca konuşun demeye geldik. Hiç kimseyi toprağa gömmek istemiyoruz artık” diyerek matemin bir değil birçok kırmızı karanfilini serpti üzerimize…
Olağan çocukluk deneyimlerinin çok uzağında bir çocukluk…
Suriçi’nden bir kadın çocuğuyla çıktı kürsüye. “Hoş geldiniz” dedikten hemen sonra, “Sizlere bir şey göstermek istiyorum ilk önce. Bu da savaşın bir parçası…” diyerek kızının kazağını hızla sıyırıp yakılan okullarının içinde oyun oynarken asitten yanan sırtını gösterdi. Biz İzmir, Ankara, İstanbul ve başka kentlerden gelenler çocuğun yaşayacağı örselenmeyi düşünerek modernlere özgü bir endişeyle: “Ah, bunu yapmasa…” dedik. Oysa yüzümüzü onlara çevirelim, sessiz kalmayalım diye yaralarını göstermekten sakınmadı konuştuğumuz hiç kimse. Anladık ki görülmemek ya da görmezlikten gelinmek daha örseleyici. Sağlık ocakları, okullar kapalı. Aç, susuz, elektriksiz kaldıklarını, dört gün boyunca çocuklarını bayram şekeriyle beslediğini anlattı. Çocuklarını dışarı çıkarmak istediği her defasında üzerlerine ateş açılmış. Üstelik haftalardır haber alamadığı iki de kardeşi varmış. “Sizin de çocuklarınız var, aileleriniz var, görün bizi. Bizim ne suçumuz var. Bir an önce bir çözüm bulsunlar istiyoruz. Barış olsun, huzur içinde yaşamak istiyoruz,” dediğinde pek çok duygunun içinden katlanılması en güç olanı, utancı seçiyoruz. “Yeter artık, bu nereye kadar sürecek!”
Hiç birimiz bilmiyoruz.
Toplum ikiye bölünmüş. Bir taraf çok yoğun bir travmaya maruz bırakılırken, diğerleri buna seyirci kalmanın utancıyla baş etmeye çalışıyor. Bir topluma yapılabilecek en büyük kötülük bu olsa gerek! Kıbrıslı şair Neşe Yaşın’ın dizeleri geliyor aklıma:
“Yurdunu sevmeliymiş insan, öyle diyor hep babam
Benim yurdum ikiye bölünmüş ortasından, hangi yarısını sevmeli insan?”
Suriçi’nden bir lise öğrencisi, “Artık okulumun açılmasını istiyorum. Ben artık evde bile kendimi rahat hissetmiyorum” dedi. Bundan sonrasını ağlayarak, iç çekerek anlattı: “Silahların susmasını istiyorum. Güzel bir hayat istiyorum. Başka şehirdeki çocukların dışarıda oyun oynaması gibi bizimkilerin de oyun oynamasını istiyorum. Ben de okula gitmek istiyorum her öğrenci gibi. Herkes nasıl yaşıyorsa bizim de bu hakkımız var. Herkes mutlu yaşarken biz burada ölümler yaşıyoruz.”
Drama İstanbul Film Atölyesi tarafından çekilen Küçük Kara Balıklar: Güneydoğu’da Çocuk Olmak belgeselini izleyenler hatırlayacaktır. Çocukluğu 90’ların Diyarbakır Lice’sinde geçen genç bir adam, evleri askerlerce yakılırken dayısının oğluyla önce ümitsizce taş atarak yangını söndürmeye çalıştığını, sonra evlerinin alevler içinde gözden kayboluşunu seyrederken ağlamaya başladığını anlatır. O sırada kuzeni yanına gelir ve “Neden ağlıyorsun?” diye sorar. “Evimiz yanıyor” der. “Ama sen büyüdün, büyümen lazım artık” diye çıkışır kuzeni, belli ki ona da ağır gelmiştir o an. Gerçeği değiştiremediklerine göre acıya katlanmayı öğrenmek zorundadırlar; yani büyümek. “Biliyorum, işte bunun için ağlıyorum” diye karşılık verir kuzenine; mesajı almıştır. O anın özeti çocukluğa zamansız bir vedadır, hatta gelecek umutlarına da: “Yanan sadece bir ev değildi, yanan benim çocukluğumdu. Yanan benim geçmişimdi. Yanan benim geleceğim olacaktı…”
Bu lise öğrencisini bugün ağlatan da yitirilen çocukluğun aynı yası değil mi? Belgeseli izlerken ve bu öğrenciyi dinlerken kalbimizi onulmaz bir kederle dolduran, çocukların aynı kaynaktan doğup farklı zamanlara akan gözyaşları değil mi?
Bir arkadaşım, konuşan bir lise öğrencisini dinlerken gözyaşlarını tutamayınca kendini salonun dışına attı. Geri geldiğinde bize, kapının önünde ağladığını gören bir amcanın “Ağlama, niye ağlıyorsun? Biz ağlıyor muyuz? Ağlama kızım, hepsi geçecek” dediğini anlattı. Dayanışma için gittiğimiz bir kentte duyduklarımızın, gördüklerimizin kalbimizde açtığı yaraları sarmak yine onlara düştü. Hiç erinmeden, minnet beklemeden yaptılar bunu. Şimdi düşününce, burada tanık olduklarını ardında bırakarak görece daha güvenli olan yaşam koşullarına döneceğini bilen bizler için duygularımızı koyvermek, o koşullarda yaşamaya devam etmek zorunda olanlardan elbette daha kolay olacaktı… “Ölümden korkmuyor musun?” diye sorduğum 13 yaşında bir çocuğun “Yoo, niye korkayım? Ma o kadar insan öliyi, biz de ölecez. Ha bugün öleceğiz, ha yarın öleceğiz” demesi de bu çerçevede düşünülebilir. Ölüm korkusunu yadsıma bir ölçüde onları koruyan, hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları bir savunma.
Duygusal Kopuş
Gazi Caddesi’nde 17 saatlik ara dışında bir aydır devam eden sokağa çıkma yasağı o gün heyetin gelişiyle kaldırılmıştı. Cadde boyunca daracık sokaklara açılan bütün köşe başlarında uzun namlulu silahlarıyla polisler, bariyerler ve başta neden olduğunu anlayamadığım odun yığınları vardı. Daha sonra siperlerle çevrelenmiş her polis noktasında polislerin ısınabilmesi için birer odun sobası kurulmuş olduğunu fark ettim. Caddenin sonuna doğru yürürken, Ulu Cami’ye yaklaştığımızda yoğun bir koku sardı etrafımızı. Barut kokusu olduğunu söyledi biri. Top sesleri çok yakınlardan geliyordu. Savaşın ne demek olduğunu o ana kadar çok da iyi kavrayamamış olduğumu fark ettim. Dehşetle etrafımıza bakınırken bir delikanlı yanımıza yanaştı:
– Afedersiniz, nereden geldiniz?
– İzmir.
– Bir şey sorabilir miyim, oradan nasıl görünüyor yaşadıklarımız? (Bir sorudan çok bir sitem içeriyordu sesi)
– (Sessizlik)
– Gerçekten neden Batı’da kimse ses çıkarmıyor burada olanlara? Bizi öldürüyorlar, çocuk, genç, yaşlı demeden… Bugün siz geldiniz diye açıldı bu cadde mesela. Siz gidince yine kapatacaklar. (Evet, haklıydı, hemen ertesi günü caddeye girişlerin tekrar yasaklandığını öğrenecektik.)
– (Biraz umut vermek, biraz da kendi korkumuzu yatıştırmak için) Herkes duyarsız değil, mesela bu heyette İstanbul, İzmir, Ankara ve başka birçok ilden insanlar var.
– (Bizim hakkımızı teslim ederek devam etti bu defa) Tamam, sağ olun gelmişsiniz, siz duyarlı insanlarsınız. Peki diğerleri, büyük çoğunluk ne düşünüyor?
– Birbirinden çok farklı nedenleri var sessizliğin. Bazıları buradaki insanlar için endişeli ama korkuyorlar, bazıları gerçekten bilmiyor, bazıları…
– (Biraz kızdırıyor bunu söylememiz) Bilmiyorlar mı!? Yapmayın, nasıl bilmezler!? Hadi iktidar medyası yaşananları göstermiyor, başka haber alma kaynakları var ama…
– (Batı’da yaşayan pek çok insanın bu kaynaklara erişiminin zor olduğunu söyleyemezdik elbette) Bazıları da önemsemiyor, evet. Bazıları gerçekten sivil ölümlerinin de “terörle mücadele”nin bir parçası olduğunu düşünüp destekliyor!
– Ama bebekler, çocuklar, yaşlılar öldürülüyor… Onların terörist olduğuna mı inanılıyor!
Tarih maalesef bu kayıtsızlığın örnekleriyle dolu: Faşizmin mağdurlarından biri olan Primo Levi de Auschwitz’de yaşadıklarını anlattığı çarpıcı otobiyografik yapıtında Alman halkına duyduğu öfke ve kırgınlıktan şöyle söz eder: “Çeşitli bilgi olanaklarına karşın, Almanların büyük bir bölümü, bilmek istemediği, daha doğrusu bilmemeyi istediği için bilmiyordu… Hitler’in Almanya’sında özel bir tutum yaygındı: Bilen konuşmuyor, bilmeyen sormuyor ve soru sorana yanıt verilmiyordu. Bu yolla, tipik Alman vatandaşı, bilgisizliğini ele geçirip, savunuyordu; bilgisizliği ona Nazizme olan bağlılığının yeterli bir haklı çıkarması olarak görülüyordu: Ağzını, gözlerini ve kulaklarını kapatarak, kapısının önünde olanları bilmediği, dolayısıyla suç ortağı olmadığı yanılsamasını kuruyordu kendine.” [1]
Toplantıda konuşan muhtar da “Batı ile duygusal kopukluk yaşıyoruz” demişti. Bu genç delikanlıyla sessiz, ama birlikte yürüdük bir süre daha. Evet, “Batı’nın” kayıtsızlığına karşı öfke ve kırgınlık duyuyorlar. Ancak öylece arkasını dönüp gitmediği, hâlâ bize eşlik ettiğine göre aramızdaki bağ onarılabilir, hâlâ… diye düşündüm.
Aşitî û Bıratî [Barış ve Kardeşlik]
Ertesi gün sabah uyandığımızda gelen mesajla Diyarbakır havaalanının kar nedeniyle kapatılmış olduğunu ve uçuşların iptal edildiğini öğrendik. İnternetten kontrol ettiğimizde bölgeden bir tek Diyarbakır havaalanı uçuşlarının iptal edildiğini gördük. Oysa sabah Türkiye’nin pek çok kentinden sağlık çalışanlarının programına katılmak üzere sağlıkçılar gelecekti. Havaalanının ne zaman açılacağı konusunda bilgi veremeyeceklerini söylediklerinde biraz endişelendim. Pek çok mahallesinde sokağa çıkma yasağının olduğu bir kentten istesem de ayrılamıyordum. Daha o an, ertesi gün Diyarbakır havaalanı açılmamış olursa Mardin’e ya da Urfa’ya geçer oradan binerim uçağa diye düşünmeye başladığımı fark ettiğimde yüzüm kızardı. Suriçi’nde kalanların neler yaşadığını tahmin etmekten bile ne kadar uzak olduğumu böylesi bir utançla kavradım…
Otelden çıktık ve sağlık çalışanlarının nöbetine katılmak üzere Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin önüne gittik. Bodrum’dan hareket eden Barışa Yürüyorum İnisiyatifi’nin otobüsü de o sabah Diyarbakır’a varmıştı. Karnavala yaraşır bir karşılaşma. Bodrum’dan, Muğla’dan, İzmir’den, Ayvalık’tan gelen barış elçileri coşkuyla karşılandı. Hiçbirimizin alışık olmadığı bir soğuk hava vardı o gün. Diyarbakırlılardan kat kat daha kalın giyinmiştik. Belediye başkanlarıyla yapılan görüşmenin ardından hep birlikte bir gün önce Cizre’de öldürülen sağlık çalışanı Aziz Yural anısına yapılacak yürüyüşe katılmak üzere belediyenin önünde toplandık. Ellerindeki dövizlerde “İnadına Barış”, “Jin, Jiyan, Azadî”, “Doğuda güneş doğmazsa batıda sabah olmaz”, “Aşitî û Bıratî”, “Bu halk terörist değildir”, “Zarok namirin” yazıyordu. Bir tür misafirperverlikle ya da belki onların varlığını görünür kılarak polis müdahalesinin önlenebileceği düşüncesiyle üzerinde “Yastayız! İsyandayız! Hesabını Soracağız!” yazılı pankartın hemen ardına davet edildiler. Yürüyüşe geçtik. Çok geçmeden polis hiçbir uyarıda bulunmadan sert bir biçimde müdahaleye başladı. Tazyikli kimyasal su ve gazdan nefes alamıyorduk. Ses bombaları patlıyordu art arda. Bilmediğimiz sokaklarda kim nereye giderse oraya doğru kaçıştık. Çok geçmeden 24 kişinin gözaltına alındığını, bunlardan beşinin de Barışa Yürüyorum İnisiyatifi’nden olduğunu öğrendik. Sığındığımız kafenin girişinde yere saçılmış simitler ve bir simit tablası vardı. İçeride simit satan çocuğun etrafının kaygılı bakışlarla çevrelenmiş olduğunu gördük. Çocuğun gözleri kan çanağıydı, yürürken acıyla kalçasını tutuyordu. Kaçarken düşmüş. Bir adam, onun deyimiyle “Gaziantepli abi”, onu kaldırmasa polislerin biber gazı sıkmaya devam edeceklerini söyledi: “Zati çocuk düşmanıdırlar, diyiler hama öldürek.”
Bir süre sonra oturduğum masadan kalkıp simitçi çocuğun yanına gittim. Kendimi tanıttım. Ondan çocukların burada yaşadıklarını İzmir’deki çocuklara anlatmak isteyip istemeyeceğini sordum. Hiç tereddütsüz kabul etti. Zaten burada tanıştığımız bütün insanların en temel ihtiyacı yaşadıklarının bilinmesiydi. Önce o yürüyüşte yaşananları anlatmasını isteyerek kamerayı açtım:
– O yürüyüş Suriçi’ndeki halkımızı yalnız bırakmamak içindi ve tabi destekliyoruz. Bi de başka… Türk olsun, Arap olsun, Kürt olsun, Çerkez… Hepsi geliyor, bize destek oluyor. Onlara buradan selam gönderiyorum. Bi de biz burada okula gidemiyoruz. Bi gidiyoruz, bi gidemiyoruz. Psikolojimiz bozulmuş. Zati her gün olay, her gün olay. Eve gidiyoruz, biber gazı atıyor polisler. Evlere düşmandır. Bize hepi düşmandır. Diyiler, gerek bunları yok edelim. Ama biz de dayanamıyoruz. Biz her zaman bildiğimiz gibi sokaklara çıkıyoruz. Bildiğimiz gibi de her zaman direnişe ve yürüyüşümüze geliyoruz bunları göze alarak. Biz hepi ölümlerin içindeyiz. Bi de öğretmenlerimiz diyor okul okuyun, okul okuyun… Hani okul okuyamıyık. Geliler okulun önüne biber gazı atiyler. Polisler hepi bize düşmanlık yapıyi. Bizim de zorumuza gidiyor. Onlar üç aylık bebekleri katlediyorlar.”
– Dersleriniz ne zamandır yapılmıyor?
– Suriçi’nde bir aydır. Bizde huzur yoktur zati. Olsa da, hiçbir şey olmasa da bizim içimiz rahat olmiyi. Biz ancak destekleyek, sokaklarda olak.
– Okulda ders olunca da ders yapamıyoruz dedin…
Aklımız gidiy geliy başka şeylere. Huzur yok ha, huzur yok! Psikolojimiz bozulmuş. Orda direnseler, biz burada otursak öyle, çay içsek, kahve içsek olmuyor ha, vicdanımız rahat etmiy.
– Kaça gidiyorsun? Kaç yaşındasın?
– Ben yediye gidiyem, 13 yaşında.
– Yakınların öldü mü bu süreçte?
– He, iki tane dayım öldü. Bizim bi tane akraba da köyde öldü.
– İzmir’deki çocuklara ne söylemek istersin?
– Valahi şey diyeyim: Bize destek çıksınlar. Her zaman orda direnişlerini bilsinler. Biz de burada yapacağımızı zati yapıyoruz. Her gün ölümlerle baş başayız. Varsa ölen, bizi Diyarbakır Suriçi’nde bilsinler. Varsa ölüm, Diyarbakır topraklarında ölek.
– Burada kalmak istiyorsun, gitmek istemiyorsun…
– Gitmek istemiyem, toprağıma sahip çıkıyam, ben buradan kalkmayacam [Sessizlik…]. Evimden çıkamıyam. İzmir’deki çocuklar gibi oynayamıyam, eğlenemiyem, okuluma gidemiyem, onlar gibi internete giremiyem. Huzur yok ha, Diyarbakır’da huzur yok! Onlar da bu yaşadıklarının kıymetini bilsinler.
– Ölmekten korkuyor musun?
– Yoo, niye korkayım. Ma o kadar insan öliyi, biz de ölecez. Ha bugün öleceğiz, ha yarın öleceğiz. Demiyiler yaşlı, demiyiler çocuk… geliyiler burada huzursuzluk çıkarıyiler.
– Kimler geliyor?
– Bu polisler başka ülkelerden geliyorlar. Maaşları fazla oluyor. Devlet de… sistem onları bize düşman ediy. Diyiler öldürün, öldürmezseniz para yok. Jitem çıkmış, Toros çıkmış eski 90’lı yıllarda, o Toros şimdi çıkmış, zati kim öldürülse o Torostur diyiler. Bizi öldüriyler ha! Çocuk demiyi, bebek demiyi… bizi öldüriyler…”
Evet, her gün ölüyorlar ve onları öldürenlerle aynı ülkenin yurttaşları gibi hissetmiyorlar. Onlar, simitçi çocuğun dilinde karşılık bulduğu haliyle: “Başka ülkeden gelen ve huzurluk çıkaranlar”. Polisleri bir işgal ordusu gibi algılıyor çocuk; o kadar yabancı, o kadar düşman… Diyarbakır’ı ise uğruna ölmeyi göze aldıkları vatan… Diyarbakır’ı terk etmek istemediğini söyledikten sonra kısa bir sessizlik yaşıyor ve İzmir’deki çocuklar gibi bir çocukluk yaşayamadıklarını tekrarlıyor. Terk etmek istemediği kentinde onu daha nelerin beklediğini bildiğini duyuruyor o sessizlik…
Bütün bunlara yol açan siyaset geleneği ülkenin sadece doğusunu değil, bütün bir toplumu kuşaklar boyu devralınacak büyük bir acının, öfkenin ve nefretin kucağına bırakıyor… Travmanın yol açtığı acılar arttıkça da siyasetin, müzakerenin, diyalogun alanı daralıyor. Çünkü sessizlik devam ediyor…
Derya Koptekin
Notlar
[1] Cem Kaptanoğlu’nun Yarın Haber’de yayınlanan “Her şeye Rağmen” başlıklı yazısından alınmıştır; bkz.: http://yarinhaber.net/author/cemkaptanoglu/969