O dediğinizi biz çok iyi biliriz. Ne acılardan geçti ruhlarımız, bedenlerimiz… Ama her seferinde güçlenmek falan istemiyoruz artık. Her acıdan sonra öğrenmek, alışmak, katlanmak, olağanlaştırmak istemiyoruz. Bundan böyle basbas bağırıyoruz, şaşırıyoruz, alışmıyor ve unutmuyoruz. Yeni acılar yaşamayı reddediyoruz. Yaralıyız ama iyileşeceğiz… Yeter ki kızkardeşlerimizin elleri avuçlarımızda olsun…
Nerededir kötülük ülkesinin sonu? Bir cellatın gözbebeklerinde mi? Bir işkencecinin hayalgücünde mi? Aşık olduğunu söylediği kadına tecavüz eden, sevdiğini yoketmeden “sev”emeyen adamların yaptığında mıdır sınırı kötülüğün? Öleceğini bile bile bebelerin göç yollarına gönderilişinde mi?
Savaşa maruz kalan çocuklar, kadınlar psikolojik olarak nasıl etkileniyor? Nedir bu travma, nelere yol açar? En kötücül konuşmalardan (bittik biz, bitti onlar), en yok sayan açıklamalara dek (travma neymiş, vız gelir bize, “savaşlarda olur böyle şeyler”) dek her tür yalan yanlış açıklama yayılıyor.
Neler oluyor ev içinde, sokakta, illerde, ilçelerde şiddet bunca arttığında? Ne oluyor yapana, yaşayana, tanıklara? Eğer merak ediyorsak bu soruların yanıtlarını önce soralım bu şiddete maruz kalanlara? En içten ve acılı halimizle “Nasılsın? Senin için ne yapabilirim?”. Onlara ne olduğunu ne yaşadıklarını da böyle öğrenebiliriz? Yara sarmaya da böyle başlayabiliriz.
Judith Herman “Psikolojik travma bir güçsüzlük acısıdır” diyor. Güçsüz bırakılmanın acısı yani… Kendi bedenine, yaşamına dair karar almak, uygulamak konusunda güçsüz bırakılmak yani… Zorla, zorbalıkla güçten düşürülmek ve yapamadıklarının, karşı koyamayışlarının, engelleyemeyişlerinin acısını yaşamak…
İşte bu acının ne kadar derinleşeceğini belirleyen faktörlerden biri de seyircilerin, tanıkların, etraftakilerin alacağı tavırda gizli. Ne kadar kötü birşey yaşamış olursanız olun, diğer insanların ne dediği sizin onarımınızı, yaranızın ne kadar sürede iyileşeceğini belirleyen temel faktörlerden biri. Tanıklar için, güce sahip olandan yana tavır almak kolay ve konforlu olan… Zorbanın beklentisi her açıdan karşılanması kolay olan çünkü… Zalim olan der ki size “Sen hiçbirşey olmamış gibi hayatına devam et, görme, duyma…”. Şiddete maruz kalandan yani bu olay ve ilişkide güçsüz olandan yana tavır almak ise pekçok zorluğu beraberinde getirebilir. Şiddete maruz kalanın beklentileri vardır. Acısının, hüznünün paylaşılmasını, anımsanmasını, özen gösterilmesini ister. Bunu yapmak da bazen gücü elinde bulunduranın öfkesini şiddetini tanığın kendi üzerine de çekmesi anlamına gelebilir. Tam da burada eğer tanıklardan “kurban”ın yanında yer alanlar, sessiz kalarak failin yanında pozisyon alan birilerine “neden susuyorsun” derse, diğeri “ama onlar da…” diye başlayan cümleler kurup eski pozisyonuna hızla dönmeye çalışabilir. Tabii tüm bu ilişkiler dinamiktir. Bugün failin yanında yer alan yarın “kurban”ın yanında pozisyon alabilir. Eğer böyle bir olasılık olmasaydı dünyada iyi şeylerin olma ihtimali hiç kalmamış olurdu. Failden, erkek olandan, silahlı olandan, zengin olandan gücü elinde bulundurarak zorbalık yapandan yana olmak genel akışa, eğitimle alınana, toplumsal olarak onaylanana uygun davranmaktır genellikle. Şiddete maruz kalandan yana pozisyon almaksa bireysel ve/veya örgütlü olarak çabalanarak edilinilen yeni bir politik bilinçle olanaklıdır.
İşin bu kısmı ise net biçimde politiktir işte. Gece üçte sokakta tecavüze uğrayan kadına karakolda, mahkemede, evde “o saatte ne yapıyordun sokakta” diye sorulur en yargılayıcı tondan… Oysa aynı soru sokakta dolaşan tecavüzcüye sorulmaz ya da aynı sorgulayıcı, yargılayıcı tonda sorulmaz. Bu soruyu kadına soran tüm kurumlara “bunu soramazsın, haddin değil, hakkın değil” demek ancak örgütlü biçimde mümkündür. Tecavüze uğramış, haksızlığa maruz kalmış, yaralanmış kadının iyileşmesi, onarılması süreci de ancak böylesi bir desteğin varlığı koşullarında mümkündür.
Dünyanın kötülüğü büyük ölçüde kadınlar üzerinde kendini var ediyorken, erkeklerin travmatik olaylar karşısında daha güçlü ve dayanıklı olduğu söylemi karşısında “işte buna gülünür”demek geliyor içimden. “Erkekler daha dayanıklıdır çünkü” diye başlayan tok sesli açıklamalar, avcı, savaşçı geçmişlerinden başlayıp bir sürü süslü cümleyle devam eder. Yıkılsın sınıflı toplumunuz ve onu yaratan “avcı, savaşçı” geçmişe güzellemeleriniz diyor geçiyorum.
Erkekler daha dayanıklıdır? “Afedersiniz anlamadım neye?” Maruz kalınan şiddetin, biçimi, süresi ve sıklığı açısından kadınların ve erkeklerin yaşadığı karşılaştırılabilir mi? Bu mümkün müdür? Daha çocukluktan itibaren tutsak alınmaların, rehinliklerin, tokatların, hakaretlerin, tacizlerin, pis pis salyalı bakışların sayısı karşılaştırılabilir mi ki dayanma gücümüz karşılaştırılabilir olsun? Dayanma gücünü mü görmek istiyorsunuz, kadına bakacaksınız… Dayandıklarını göreceksiniz. Sonra hayran olacak ve hayret edeceksiniz, hakkını teslim edeceksiniz önce.
Sizin dışa dönüklüğünüz övülür, bizim içimize dönüşümüz… Sizin kalabalıklığınız, bizim yalnızlığımız… Zorluklarla başetmeyi biraz kolaylaştırır ekonomik güç o da sizin elinizdedir. Siz savaşlar da kahraman olursunuz, biz tecavüze uğrayıp “kirleniriz”. Bütün çoluğa, çocuğa kente kasabaya biz bakarız yokluğunuzda takdir dahi edilmeyiz, binbir şüphe yeşerir üzerimizde… Oysa yaralar, insanlarla birlikteyken iyileşir, sevgi, şefkat görüldüğünde, gerektiğinde bakım verildiğinde, onca haksızlığın üzerine bir süre “akşam ne yiyeceğiz” diye düşünmediğinizde… Peki şimdi kim daha güçlü ve neye karşı?
Düşünelim şimdi, anımsayalım. Tecavüze, tacize uğrayan kadınlar, sonrasında aileye anlatma, karakol, adli tıp, mahkeme süreçlerini uğradığı saldırıyla karşılaştırır ve genellikle ona denk görür. Yani bir o kadar yaralayıcı bir “olay sonrası” vardır hep. Tüm bir eğitim, yargı süreci aleyhinizeyse, kendinizi öylece bırakacağınız, rahatlayacağınız, yaşadığınızı atlatmaya tüm enerjinizi harcayacağınız bir durumda oluşamıyor. Kadınsanız siz hep tetikte beklemelisiniz.
Psikoloji ve psikiyatrinin kadına ve travmaya bakışı da tarihselliği içinde ele alınmalı elbette. Eğer Vietnam Savaşı’nın sonlarında gelişen savaş karşıtı hareket olmasaydı, savaşan “kahraman” erkeklerin savaş nedeniyle psikolojilerinin bozulabileceği düşünülemezdi dahi ya da eşcinsellerin mücadelesi olmaksızın LGBTİ olmanın bir hastalık olarak görülmemesi mümkün olmazdı. Bunun gibi kadınların mücadelesi olmasaydı da kız çocuklarının uğradığı cinsel istismar onların gizli cinsel arzularından kaynaklı görülür, kadınların “tecavüz fantezi ve arzularına” ilişkin anlatımlardan geçilmezdi ortalık. Türkiye’de ise travma deyince genellikle afet çalışmaları gelir akla. Dünyada travma çalışmaları bunca politik bir zeminde iken (devletlerden, erillikten yana ya da onların karşısında) Türkiye’de travma çalışan psikolog ve psikiyatristler neden genellikle afet çalıştılar? (burada Türkiye İnsan Hakları Vakfı için ya da bazı kadın örgütleri için ayrıca bir parantez açmak gerekiyor. Onlar psikolojik travma ile ezilenden yana ve onunla birlikte mücadele ederek çalışmanın olumlu örneklerini yarattılar) Elbette bu sorunun yanıtını verirken ilk elden psikolog ve psikiyatristlerin ağırlıkla apolitik pozisyon alışlarının yıllarca Türkiye’de ruh sağlığı alanında, bireyi ve kendi çalışma alanını toplumsallığından ve tarihselliğinden koparan bakışının belirleyiciliğinden başlamak gerekir. Ancak bu yanıt yetmez. Aynı zamanda Türkiye’de sivil toplumun alanının darlığı da bu durumun önemli nedenlerindendir. Bu toplum devlet ve tüm kurumları ile mevcut siyasal örgütler arasında başka örgüt çeşitlilikleri yaratmak konusunda çok becerikli olamamıştır.
Travmanın psikolojik semptomlarına ilişkin sıklıkla yapılan bir tanımı vardır; “olağanüstü durumlara verilen olağan tepkiler”… İşte olağan ve dışı, normal ve dışı tanımları genellikle ev içi görülmeksizin yapılır. Pekçok kadın için şiddetin çeşitli türleri ev içinde “olağan” durumlar olarak gelişir. “Normal” hayatlar yaşayan pekçok adam evinde birer Frankestein’a dönüşür. “Normal” ve “olağan” sözcüklerini ne vakit görse ezilenlerin içi acır? Onların hayatı genellikle “normalde” olduğu gibi olmaz. Bildiğimiz travmatik yaşantıların gündelik yaşamın bir parçası haline geldiği insan yaşamlarının, birer istisna olamayacak denli çok olduğu. Pekiştirilen, palazlandırılan insan kötülüğünden üreyen şiddet davranışları ise patalojik olarak açıklanmakla yetinilemeyecek denli yaygın…
Peki Nasıl “İyileşiriz”? Travmanın olumsuz sonuçlarını nasıl azaltırız? Başetmek için nasıl güçleniriz?
Şiddete maruz kalanları unutmamak, yaşadıklarını unutmamak…
Zorba, onun cinayetlerini, tecavüzlerini, yağmasını, talanını unutun, konuşmayın ister. Zorbanın eylemine maruz kalanın ise unutması mümkün değildir. Burada unutması istenen, duyan, tanıklık eden, takip eden kişidir. O kadının tecavüze uğradığını unutun, şu bölgede savaş suçları işlendiğini unutun. Kaç insan işkence gördü bilmeyin, tesadüfen öğrendiyseniz unutun. Gizli kalsın suçu, sessiz olunsun karşısında.
Oysa o şiddete maruz kalanın belleği cehennem yeridir. Travmanın anısı sözsüzdür. İmgedir, duyudur, bedendedir izi… Normalde kamera kaydı gibi kayıt alan zihnimiz, seri çekim bir fotoğraf makinesi gibi çalışır bu durumlarda. Telikeye ait sesler, kokular, dokunuşlar, görüntüler birbirinden ayrı olarak kaydedilir. Bu kayıtlar yaşantının ardından birbirine karışabilir. Olaya maruz kalan kişi uzun süre zihnindeki anıyı yeniden organize etmeye çalışabilir. Tam burada, destek, dayanışma bir ihtiyaçtır. Birlikte anımsama, birlikte adalet arama tek kişilik acıyı ortadan kaldırır. Zihninde tutsak alınmış gibi olan, tıpkı yaşanan olaylar gibi duygu ve düşüncelerinin de kontrolden çıktığını düşünen, insanlara bir daha nasıl güveneceğini sorgulayan kişiler için en iyi olan şey ona soran, danışan, onun hızında ilerleyen ve acısını paylaşan dost ve yol arkadaşlarıdır.
Bazen anıtlar da çok işe yarar. Geçtiğimiz yıl kadın cinayetlerinde yitirdiğimiz hemcinslerimizi düşünelim. Adlarının ve fotoğraflarının bulunduğu somut bir anıt kurgulayalım. Şehrin tam ortasında dursun mesela. Orası hem yasımız hem isyanımız için bir durak, birleştirici ve iyileştirici bir mekan olmaz mıydı?
Ve yazmak ve konuşmak… Sözün gücü…
Travmanın anısı söz’süzdür demiştik. Üzerine söz üretmek de zordur. “Ne desem bilemiyorum”, “Böyle birşey nasıl anlatılır ki”, “Söz tükendi” gibi ifadeler tam da bu durumu anlatır. Üzerine söz kurulması çok zordur ama sözü yeniden üretmeden anlamlandırmak da mümkün olmadığından devam etmek çok zordur. Travmatik olaya doğal olarak takılan, dolanan ayağımızı kurtarmanın yolu konuşmak, yazmaktır. Herkesle hemen değil elbette, en güvendiğinden başlayarak kuşkusuz ancak anlatmak, sonra politik ve toplumsal bağlamını kurmak ve söylenen söz üzerinden adaleti aramak…
İnanmak…
Eğer zorba unutulmasını sağlayamazsa birileri ısrarlı çabalarla anlatırsa yaşananları, kendisinin yaşadığı travmaların benzerlerinin başına gelmesi pahasına, hapse girmek, ölmek, yaralanmak pahasına anlatırsa ve onu dinlemeye başlarsa diğer insanlar o zaman tabii anlatan kişi ya da grubun itibarına, inanırlığına saldırır. “Sor niye oldu?”, “Abartıyor”, “Kendi yaptıklarını anlatmıyor” gibi… Ve tüm bunların ilksel kaynağı eşini döven erkeklerin “sor niye vurdum?” “ama bak ben niye çileden çıkıyorum” diye başlayıp anlattıklarını dinleyen, onları aklayan, hoşgören bir sistemin varlığıdır.
Görmeye, hatırlamaya, inanmaya ve yanında olmaya dair en iyi eylemler kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor bu günlerde de. Barış için Kadın Girişimi’nin Cizre’ye gidişi iyileşmeye, iyi olmaya, dayanışmaya dair en iyi örneklerdendir.
Sadece gürültü çıkarana ve bağırana değil sessiz durana da bakmak, fısıldayanı da duymaya çalışmak!
Genel alışkanlıklarımız gürültü çıkarana, bağırıp çağırana bakmak yönünde. Genel olarak insanların bağıran otoriter bir sese bakması, fısıldayan ve güvensiz bir sese dönüp bakmasından daha yüksek olasılıktır. Buradaki fısıltılı sesi duyabilmek özel bir politik bilinç ve örgütlenmeyi gerektirir. Bunu konuşmalıyız. Eğer muhalefet hareketleri de bu alışkanlıklarını değiştirmezse hepimiz kulakları sağır eden topun, silahın, tankın sesinden başka ses duyamaz olacağız. Oysa bakın kadınlar bir fısıltıyı biriktiriyor, çoğaltıyor, çığlığa dönüştürüyor şu ara… Barışın fısıltılarını…
Ve tabii özsavunma…
İnsan da diğer memeliler gibi herhangi bir tehlike anında savaşmak ya da kaçmak üzere kodludur fizyolojik olarak. Travmatik reaksiyonlarsa, ne direnebildiğimiz ne de kaçabildiğimiz olaylar sözkonusu olduğunda yani özsavunma sistemimiz çöktüğünde gerçekleşir. Ve bu da neye yol açar? Kontrol ve anlam duygusunun ortadan kalkmasına…
“Kadınlar savunma gereken durumlarla karşılaştığında erkekleri tarafından savunulmalıdırlar” anlayışıyla malul ataerkil yetiştirme biçimleri, kadınların özsavunma sistemini yaralamak üzerine kuruludur. Kaçmaya ya da direnmeye ilişkin öğrenme ve aktarımları şirin olma, susma, nezaketli olma öğretileri dolayısıyla genellikle tehlikenin kokusunu alma ve onunla mücadele etme konusunda gelişmelerini engellediği gibi mevcut doğalarını da zedeler. Aklıma tarihte Uzakdoğu’da kadınların ayakları küçük ve “güzel” olsun diye minicik ayakkabılar giydirilerek onlara işkence edilmesi örneği geliyor. İşte bu korkunç uygulama aslında pekçok kültürde kadının ruhuna yapılmaktadır desek abartılı olmayacak. Kadınların tehlikenin kokusunu alan, önlem alan, mücadele eden, kaçan ya da savaşan doğaları işte kendilerine uygun olmayan kalıplara sokularak örselenmektedir.
Bunun geri çevrilmesi olanaksız mıdır? Elbette değil. Çünkü aslında insan olmaya kodludur özsavunma. Kadınların da aslında en iyi özsavunma örneklerini sergileyebilecek bir sistemleri vardır. Kadının savunma sistemlerinin kaldırıldığı sandığa kaç kilit vurulmuş olursa olsun, bir gün zincilerini kırıveren bir kadın ya da kadınlar geleneksel kabulleri alt üst ederek ölmek yerine yaşamayı seçtikleri, kurban olmayı reddettikleri özsavunma biçimlerini sergilerler.
Sonuç niyetine yine şair’den “Gelecek güzel günler icin gökten ayet inmedi bize, onu biz kendimiz vaad ettik kendimize”…
Ve bugün kadınlar her geçen gün daha da zorlaşan, ağırlaşan koşullar altındalar. Şiddet çemberi giderek daralıyor ve en çok kadınları vuruyor. Savaşlar en başta ve asıl olarak kadınlara ve çocuklara karşı büyüyor. Bakınız kadın köle pazarları, küçücük kız çocuklarının evlendirilmesi ya da her yaştan kadının seks kölesi haline getirilmesi, işgal edilen tüm bölgelerde kadınların bedenlerinin de işgali… Hiç kimse savaşın artırdığı bu şiddet sadece Ortadoğu coğrafyasında oluyormuş, tek bir dine özgüymüş gibi davranmasın. Sırp milliyetçilerinin bosnalılara yaptıkları da hatırımızda, Rusların Çeçenler’e yaşattıkları da, Vietnam’da Amerikan askerlerinin kadınlara reva gördükleri hayat da… Güncel olanı elbette konuşalım ama tarihimizi de unutmayalım.
Biz kadınlar kaç savaş durdurduk, kaç cephede savaştık da özgürlük ordularında… Kaç kez devrim olduysa tarih boyunca en ön saflarındaydık her birinin. Sizler gümrük parası, vergi pazarlığı yaparken krallarla, devrimi bizler başlattık bayım “Sabun isteriz, ekmek isteriz” diye Paris sokaklarında… 1917’de Petersburg’da savaş kırıp geçirirken, bir 8 Mart günü “Ekmek ve Barış” için sokaklara çıkıp başlattık devrimini, İspanya’da barikatların en önündeydik iç savaşta…
Bir devrim ne zaman yenilir bayım? İspanya devrimi mesela “cinsel hastalık yaygınlaşacak” gerekçesiyle kadınlar cephe gerisine çekildiği zaman… Ya da Ekim Devrimi, yılın kadını ödülü 9 çocuk doğurduğu gerekçesiyle bir kadına sunulduğunda… Kurduğumuz ülkeleri başımıza yıktılar bizim… Devrimleri başlatan ve sürdüren bizleriz, emaneten ya da geçici olarak bundan böyle sizlere vermeyeceğiz.
Ve travma mı dediniz bayım? O dediğinizi biz çok iyi biliriz. Ne acılardan geçti ruhlarımız, bedenlerimiz… Ama her seferinde güçlenmek falan istemiyoruz artık. Her acıdan sonra öğrenmek, alışmak, katlanmak, olağanlaştırmak istemiyoruz. Bundan böyle basbas bağırıyoruz, şaşırıyoruz, alışmıyor ve unutmuyoruz. Yeni acılar yaşamayı reddediyoruz. Yaralıyız ama iyileşeceğiz… Yeter ki kızkardeşlerimizin elleri avuçlarımızda olsun…
*Başlık Didem Madak’ın “Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım” şiirine selam göndermek niyetiyle seçilmiştir. Tamamını okumanızı önererek bir bölüm alıntılayıp anımsatayım sizlere…
“Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırküç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!”
Banu Bülbül