Psk. Yasemin Mert
Psikoloji ve Psikiyartri yazını içerisinde eşcinsellik günümüzde ve geçmiş yıllarda terapi pratiğinde ve kuramsal çerçevede tartışılmaktadır. Bugün tüm dünyada yaygın olarak kullanılan Amerikan Psikiyatri Birliğinin 1952 yılında ilk defa hazırladığı DSM- Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı nın 4. Gözden geçirilmiş sayısında eşcinsellik bir davranış bozukluğu olarak kabul edilmemiştir. Eşcinselliğin DSM’den çıkarılması DSM 2’nin 1973 yılındaki 7. Basımında sosyal bilimler alanında ilk defa çalışmalar yapan Alfred Kinsey ve Evelyn Hooker’ın araştırmaları sonucunda gerçekleşebilmiştir. 1973 yılından sonra DSM 2’nin sonraki basımlarında ve DSM 3 ün 1987 deki basımına kadar olan basımlarında farklı isimlerle eşcinsellik yer almıştır. 1987’den günümüze kadarki davranışsal bozukluklar kategorilerinde eşcinsellik bir “hastalık” olarak yer almamıştır.
Günümüzde hala eşcinselliği bir ruhsal ve davranışsal bozukluk olarak tanımlayan psikolog ve psikiyatri uzmanları bulunmaktadır. Terapi pratiği içerisinde yer alan birçok yaklaşım ve kuramsal yapı bulunmaktadır. Eşcinselliği bir “hastalık” olarak nitelendiren uzmanların görüşleri psikanalitik ve psikodinamik pratiğin kuramsal yapısına dayanmaktadır. Unutulmaması gereken nokta bu kuramsal yapının psikoloji ve psikiyatri patiğinin yanlızca küçük bir bölümü olduğudur. Üstelik bu, psikanalitik ve psikodinamik yaklaşımı temel alan tüm uzmanların bu görüşte olduğunu da göstermemektedir. Bu görüşte olan uzmanlar bu ekolün savunucuları arasında da küçük bir grubu oluşturmaktadırlar. Örneğin, psikanalitik ekolün babası olan Freud yaşamı boyunca homofobiye karşı açık bir karşı tutum sergilemiş, yaptığı bir konuşmada "psikanalitik araştırma eşcinselleri özel karakter sahipli bir grupmuş gibi insanlığın geri kalanından ayrı tutmaya yönelik kalkışmalara en kararlı bir şekilde karşıdır" demiştir. Aynı şekilde birçok psikanalist eşcinselliğin bir ruhsal bozukluk olarak tanımlanmasına karşı araştırmalarıyla destek vermişlerdir. 1990 yılında Amerikan Psikiyatri Derneği de ,değiştirme terapisinin işe yararlılığı konusunda bilimsel bulgunun olmadığı, aksine bu terapi yöntemininin yarardan çok zarar gösterebileceğini belirten bir açıklama yapmıştır. Eşcinselliği bir “hastalık” olarak tanımlayan psikanalistlerin çıkış noktaları ve diğer bilimsel literatüre karşı bu tutumları kuşkusuz ki dinsel ve ideolojik temalara dayanmaktadır. Örneğin son zamanlarda kuramsal ve uygulamada eşcinselleri “tedavi” etmeye yönelik teknikleri içeren kitabıyla gündeme gelen Dr. Joseph Nicolosi bir papaz psikologtur.
Eşcinsellerin terapi pratiği içerisinde karşılaştıkları dönüştürme teknikleri davranışçı terapiler ve hormon tedavilerinden oluşmaktadır. Davranışçı teknikler açısından baktığımızda sistematik duyarsızlaştırma, şok uygulamaları, orgazmik yeniden koşullama kullanılan uygulamalardır. Holistik cinsel terapi olarak ülkemizde de kullanılan terapi tekniğinde bilişsel uygulamaların yanısıra bu davranışçı teknikler de uygulanmaktadır. Sistematik duyarsızlaştırma ve şok uygulamaları eşcinsellerin hem cinslerine yönelik isteklerini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. (Burada eklememiz gereken nokta, şok uygulamalarının kişinin rızası dışında gerçekleştirilemeyeceğidir.) Orgazmik teniden koşullama ise bu teknikler uygulandıktan sonra bireyin karşı cins bir bireye orgazmik olarak tekrar koşullanmasını içermektedir. Bu uygulamaların etik dışı kullanımlarını ele almasak bile geçerlilikleri ve etkililikleri tartışılmalıdır.
Özellikle onarım terapisini ele aldığımızda bu terapinin savunucularının bir çoğu eşcinselliği direk bir “hastalık” olarak niteleme cüretine sahip olamasalar bile terapinin isminde geçen “onarım” kavramı, bu savunucular tarafından eşcinselliğin onarılması gereken bir durum olarak görüldüğünü göstermekte hiçte gecikmemektedir. Bu terapinin içeriğini incelediğimizde amacın eşcinsellerin hem cinslerine duyduğu arzunun ortadan kaldırılması ve bu arzunun karşı cinse yönlendirilmesi olmadığını görürüz. Amaç, hem cinse yönelik cinsel aktivitenin ortadan kaldırılmasıdır. Amaç ve kullanılan kavram göstermektedir ki bu terapi pratiği eşcinseller aleyhine açık bir iktidar ilişkisi kurmaktadır. Bu, biz eleştirel psikologların reddettiği bir terapi pratiğidir. Bu iktidar ilişkisi eşcinsellerin ruhsal sağlığından çok toplumun “refahının” göz önünde bulundurulduğunu göstermektedir ki burdaki toplum “refahı” imajinasyonu ayrımcılık üzerine kurgulanmış bir yapı olarak zaten sağlıklı bir toplum kurgusunu içermemektedir.
Onarım Terapisinde bir başka iktidar kurgusu kadın- erkek üzerinedir. Onarım terapisine konu olan cinsiyet erkektir. Bu biraz önceki toplum formülasyonunun yapısıyla da ilişkilidir. Bu durum, kadın eşcinsellerin “onarılmaya” ihtiyaç duyan bireyler olmadıkları görüşünden haraket etmez, kadın eşcinselliğinin “zararsız” bir oyun gibi görülmesinden kaynaklanır. Erkek egemen bir toplumda erkek eşcinselliği erkeğin erkinin tehdidi olarak algılanmaktadır ve bu davranışın ortadan kaldırılması papaz psikologlarca kuşkusuz ki oldukça gereklidir. Dr. Joseph Nicolosi’nin kitabı seksist cümleleriyle bu anlamda dikkat çekicidir. Kadın, açık bir biçimde erkekle kıyaslandığında “yetersiz”dir. Çocuk, anne-baba ilişkisinden bahsederken Nicolosi şu cümleleri kullanmaktadır.
“Babayı ve anne ile baba arasındaki farklılıkları keşfetme imkanı bulan çocuk, babayı anneden ayıran en önemli özelliği keşfeder: Baba bir şeyler yapar! Babada, erkek çocuğun heyecan verici bulduğu fiziksel bir cesaret, erkeksi bir enerji vardır. “
Yukarıdaki örnekte de gözüktüğü gibi eşcinsellere yönelik terapilerin kuramsal alt yapısının bilimsel olmadığını söylemek mümkündür. Bununla birlikte terapilerin geçerliliğini ve tedavilerin etkililiğini gösteren yeterince veri bulunmamaktadır. Eşcinsel terapilerinin savunucuları birçok araştırma sonucuna işeret etseler de, bu araştırmaların güvenirliği yoktur ve bu araştırma sonuçlarının aksi yönde birçok araştırma da bulunmaktadır. Ayrıca bu terapi yönteminin terapiye gelen danışanlar üzerinde zararlı sonuçları olabileceği konusunda birçok veri de bulunmaktadır. Eşcinselliği “tedavi” etmeye yönelik bu araştırma verilerinin ve eşcinsel bireylere yönelik kuramsal alt yapının dayanağı terapiye giden eşcinseller üzerinden oluşturulmaktadır. Bu durum örneklemi zaten tedaviye gereksinim duyan eşcinsellerle sınırlandırmaktadır ve veriler tüm eşcinsel bireylere genellenemez.
Eşcinsel bireylere uygulanan terapiler diye bir ayrım yaptığımızda bu, eşcinsellerin ruh sağlığı konusunda destek alamayacakları anlamına gelmemektedir. Eşcinsel bireyler de diğer tüm bireyler gibi psikolojik ve psikiyatrik destek alma ihtiyacı duyabilirler. Hatta bu ihtiyaç günlük yaşamlarında karşılaştıkları zorluklar nedeniyle daha fazla da olabilir. Burda söz konusu olan tartışma, bu desteğin eşcinsel yönelime dair bir “tedavi” iddiası olup olmamasıdır.
Özellikle ergenlik ve erken yetişkinlik dönemlerinde eşcinsel bireylerin büyük bir kısmı kendi eşcinselliklerini tanımlayamamaları nedeniyle psikolog ve psikiyatristlere başvurmaktadır. Bu noktada eşcinsel yönelimin onarılması gereken bir rahatsızlık olduğunu savunan uzmanlar, danışana başvuran eşcinsellerin benlik algılarını zedeleyebilmektedirler. Tedavinin ana unsurlarından biri olan olan normalizasyon süreci bu noktada tersine işleyebilmektedir ve kişinin kişisel rahatsızlık hissini arttırabilmektedir. Oysa özellikle Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniğine başvuran eşcinsel bireylerin vaka analizlerini içeren, Uzm.Dr.M. Levent Soylu, Prof.Dr. Bekir Aydın Levent ve Uzm.Dr. Şükrü Uğuz’un yayınladıkları araştırma sonuçları da normalizasyon sürecinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Kliniğe karşı cinse ilgi duyma isteğiyle başvuran 10 eşcinselden sadece bir tanesi ilk görüşme sonucunda bu isteğini sürdürmüştür.
Eşcinsel bireylere çoğunlukla konulan tanı, kişilik bozuklukları grubudur. Bu da bir diğeri kadar belirsizdir. Kişilik Bozuklukları DSM’de en çok tartışılan tanı grubudur. Güvenirlik katsayıları çok düşüktür ve bu tanı grubunda yer alan farklı bozuklukların birbirleriyle olan korelasyonları çok yüksektir. Psikoloji pratiğinden hareket ederken unutmamak gerekir ki sosyal bilimler masum değildir. Bu psikoloji pratiğini tümden reddetmek anlamına gelmemelidir. Yalnız unutmamak gerekir ki, eleştirel psikologların da savunduğu gibi psikoloji ideolojiden bağımsız değildir; politiktir ve politik olması, bir kazanım olarakta değerlendirilebilir. Onarım terapisi savunucuları eşcinselliğin DSM’den çıkarılmasının politik nedenlere bağlı olduğunu iddia etmişlerdir. Eşcinsellere yönelik araştırmaların farklı örneklem gruplarıyla yapıldıklarında ortaya çıkan sonuçlar bu değişiklikte büyük bir etkiye sahip olsa da bu değişikliğin hiçbir politik nedene bağlı olmadığını savunmak doğru değildir. Kuşkusuz ki eşcinselliğin tanı grubundan çıkarılması politik nedenlere bağlı olduğu gibi transeksüelliğin hala bir cinsel kimlik bozukluğu olarak sınıflandırılması da politiktir. Şu anda kullanılan DSM IV te cinsel kimlik bozuklukları arasında transeksüellik bulunmaktadır. Tedavi olarak ön görülen iki teknik bulunmaktadır. Birincisi cinsel kimliğin değiştirilmesi, ikincisi ameliyattır. Bu demektir ki, ameliyat olmak istemeyen transeksüellerin cinsel kimliklerini değiştirmeleri gerekmektedir! Fakat bu noktada DSM, cinsel kimlik değiştirmeye yönelik terapilerin artık çok fazla kullanılmadığını söylemektedir. Temel olarak bir davranış bozukluğunun patoloji olarak sınıflandırılabilmesi için kişide bu duruma yönelik bir rahatsızlık hissi bulunması gerekmektedir. Transeksüel bireylerin karşı cins gibi hissetmekten rahatsızlık duyup duymadıkları kendilerine sorulmuş mudur? Bir başka nokta Cinsel Kimlik Bozuklukları sınıflamasında ‘Çocuklukta Cinsel Kimlik Bozukluğu’ ismiyle bir tanı grubu daha bulunmaktadır. Bu tanı grubunda çocuk, kendi cinsiyetinden inatçı bir rahatsızlık duymakta ve karşı cinsten olmaya özlem duymaktadır. Bu tanı grubuna dahil olan çocukların yetişkinlikte büyük olasılıkla homoseksüel olacakları, fakat transeksüel bireyler olmayacakları öngörülmektedir. Bu ‘Ağaç yaşken eğilir.’ atasözünü akla getirmektedir. Görünen odur ki, eşcinsellik DSM’den tam anlamıyla çıkmamıştır, ve varlığı, yokluğundan çok daha politiktir!