Barış Özgen Şensoy
-“Düşüncelerimin rengi sizi ilgilendirmez” dedi öfkeyle; ama o konuşurken
yüzüm ekrana dönüktü, bu yüzden bastıramadığı beyin faaliyetlerini gördüm.-
-Ursula Le Guin, Gülün Günlüğü’nden-
Psikolog, birisi aracılığıyla veri edinecekse eğer, önce “bilgilendirilmiş onam”ı (informed consent) alınır. Büyülü bir anlaşma anıdır bu aslında: Psikolog, deneyini ifşa etmekte ve denebilir ki dolayısıyla en çıplak haliyle durmaktadır katılımcının (participant) karşısında, aynı zamanda birazdan elde edeceğini veri üzerinde sonsuz, sorgulanmaz ve kimseyle paylaşmak zorunda olmadığı bir hakka sahip olacaktır. Sanki soyunarak giyinmektedir psikolog.
Bilimin yalıtıldığı ve bilim insanlarının bilimi konuşabildiği bir dünyada, bilgilendirilmiş onamı alınan katılımcının, ne kadar bilgilendirilmiş ve/veya ne kadar rıza sahibi olabileceği sorusunu bir kenara bırakıyoruz; sorulması gerektiğine inansak da. Sorumuzu yeniden soralım ve bir senaryo yazarak sormaya çalışalım. Umuyoruz ki soracağımız soru, yalnızca psikologlara yöneltilmiş ve cevabını onların arayacağı bir soru olmasın; onu bir problem olarak insan hakları aktivistleri, hukukçular, felsefeciler ve her nefes alan birey ele alsın.
Soru, en kaba haliyle şu: Kişiliğini ifşa etmek istememek, temel bir insan hakkı mıdır?
Soyut bir soru veya saf bir düşünce egzersizi olarak düşünüldüğünde cevap vermek kolay görünüyor: “Elbette, bir insana istemediği bir şeyi yaptırmak, ona baskı uygulamaktır ve her türlü baskı gibi insan haklarına aykırıdır.”
O zaman bir de senaryomuzun içinden düşünelim bu soruyu. Bir iş görüşmesi yapmak üzere evden çıktınız; şık giyindiniz, yönetebildiğiniz bir heyecan içindesiniz, kafanızdan biraz sonra olabilecek şeyleri geçirip duruyorsunuz. Sonra şirketten içeri giriyorsunuz ve sizi İnsan Kaynakları Birimi’ne gönderiyorlar. İnsan Kaynakları Müdürü’yle tanışıyorsunuz, eğitiminizi ve iş tecrübenizi aktarıyorsunuz, iyi giden bir görüşmenin sonunda size şöyle diyorlar: Sizi daha yakından tanımak için, size bir test uygulamak isteriz.
Birdenbire, şeytan dürtüyor ve sizin bile anlayamadığınız şekilde şunlar dökülüyor dilinizden: “Hayır, bunu kabul edemem.”
Eğer, “kim olduğunu başkalarının öğrenmesine izin verecek kadar inanma asla var olduğuna” prensibine dayanan bir dine mensup olduğunuz için bu cevabı vermiş olsaydınız; işler iyice çetrefilleşecekti. Bu yüzden, şeytan dürttü, diyerek işi kolaylaştırma çalışıyoruz: Cinsel, politik, dini, sosyal veya kültürel bir nedene dayanmıyor kendinizi saklamak istemeniz. Yani, kadın, Kürt, eşcinsel, Alevi, komünist, anarşist, şizofren, ateist, Yahudi, Ermeni, Süryani, Yezidi, işsiz, köylü, cahil, takiyeci, uyuşturucu bağımlısı veya AIDS’li olduğunuzu saklamak değil kişilik testine girmeyi kabul etmemenizin sebebi, yalnızca şeytan dürtmesi.
Bu dürtmeden sonra ne olacaktır peki? Ya elenirsiniz; ya da kişilik testi verileriniz olmadan değerlendirilir, muhtemelen bir süre sonra elenirsiniz. Peki, kişilik testinin verileri olmadan eşit bir değerlendirme mümkün müdür? Diğer adaylarla karşılaştırılmanızda hiçbir bulanıklık olmadığını düşünme imkânımız var mıdır?
“Teste girmeyerek, risk almayı kabul etmiş olmanız”, bu değerlendirmeyi adil yapar mı?
Diyelim ki sizi değerlendirmeye alan İK grubu, radikal bir liberal etiği savunuyor ve şu karara varıyor: “Bir kişi bile bu kişilik testini cevaplamayı kabul etmezse, bu veriler değerlendirme dışı tutulacaktır.” Bu saygı duyulacak kararla, iş görüşmenizin sonuna kadar adil olduğuna dair derin bir nefes alabiliriz sanki. Peki, sorumuz cevaplandı mı? Bu kararda, kişiliğini ifşa etmemenin temel bir insan hakkı olup olmadığı sorusuna ilkesel ya da felsefi bir cevap var mıdır?
Şeytan, bireyi her dürttüğünde, dilini de dürtebilecek midir?
Gözümüzün önüne gelen bir sahne var. Her deneyde ve psikolojik ölçümde katılımcının imzaladığı bilgilendirilmiş onamın yanında, bir imza daha atılmaktadır artık: “Kişiliğimi ifşa etmeme hakkına sahip olduğum konusunda bilgilendirildiğime tanıklık eder, testi cevaplamaya tamamen özgür irademle ve hiçbir baskı altında kalmadan hür seçimimle karar verdiğimi belirtirim.”
O zaman, yeniden soralım sorumuzu: Kişiliğini ifşa etmeyi istememek, temel bir insan hakkı mıdır? Eğer öyleyse, kişilik testlerinin pratik amaçlarla kullanılabilecek şekilde var olması bile, bir baskı mekanizmasının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
O zaman birkaç soru daha sormak gerekmektedir sanki: Bu soruya cevap vermeden, psikoloji yapılabilir mi? Psikoloji, insan haklarıyla ilişkilenerek nasıl var olur?