Vicdani Ret ve Psikolji ve Psikiyatrinin İdeolojik Kötüye Kullanımı

Thomas Szasz der ki (1) ” Psikiyatri kaynaklı istismar olamaz, çünkü kurumsal psikiyatrinin bizzat kendisi istismardır. Engizisyon kaynaklı istismarın olamayacağı gibi…

Psikiyatri, bir tür ideolojidir. Gerçek gündemi, akıl hastalarını suçlular, suçlularıysa akıl hastaları gibi tedavi etmeye çalışmaktır. Her iki grubu da özgürlük ve sorumluluktan yoksun kılarak ve aşağılayarak…”


1.Vicdani Retçilere Anti-Sosyal Kişilik Bozukluğu Tanısının Konulması Psikiyatrinin Kötüye Kullanımıdır.

Türkiye’de ruh sağlığının militarizmle dansı yeni değil… Türkiye Cumhuriyeti tarihi, psikiyatrinin ve dolayısı ile klinik psikolojinin ideolojik amaçlı kötüye kullanımı örnekleriyle doludur. Bunun tarihsel olarak en yakın örneğini vicdani retçiler İnan Süver, Mehmet Bal, Enver Aydemir ve Halil Savda’nın askerlik yapmak istemedikleri için “Anti-sosyal Kişilik Bozukluğu”(AKB) tanısı almaları örneğinde gördük. Bu tanıların bir kısmı, kişilere psikiyatrik muayeneden bile geçirilmeksizin verildi.

En belirgin özelliklerinden biri “otorite ile uyumsuz olma ve bu nedenle suç işlemeye eğilim” olarak tanımlanan AKB’nin, Türk Ceza Kanunu’na (TCK) göre ceza sorumluluğunu azaltıcı ya da kaldırıcı hiçbir etkisi yoktur, yani bu tanıyı almanız, sizin işlediğiniz bir suçtan ceza almanızı engellemez.

Peki, ama bir psikiyatrik bozukluk, ceza kanunumuza göre ceza sorumluluğunu azaltmayan yani hukuki bakımdan hiçbir anlam teşkil etmeyen bir konumda ise, bu tanı, konu anti-militarizm olduğunda egemenlerin işine nasıl yarar? Ne de olsa hukuk, bir psikiyatrik tanı ile ancak ceza sorumluluğunu etkilemesi halinde ilgilenir.

Bu durum, politik olarak “tanınmak istenmeyen” vicdani ret olgusuna, psikiyatrik bozukluk tanısı giydirilmek suretiyle, sosyal bir olgu olmaktan çıkartıp, bireysel ve münferit olaylara indirgemede, ruh sağlığının bizzat katılımı ve kötüye kullanımıdır.

Kendilerini “anti-militarist” olarak tanımlayan bu insanların verdikleri karara ve dolayısı ile askerliği ret sebeplerine toplum gözünde itibar edilmesini ve güvenilmesini engellemek, böylesi bir kararın sağlıklı zihinlerden çıkamayacağına dair bir yargıyı pekiştirmek için…

Yani, aslında bu kişilerin söylemek istedikleri bir sözleri ve askerliğe karşı bir duruşları yoktu, adı üzerinde, bu kişilerin “kişilikleri bozuk”(!) tu.

12 Eylül ve Türkiye’de Psikiyatrinin Kötüye Kullanımı :

12 Eylül 1980 askeri darbesi toplumun psikolojisi için bir milattır; 1980-83 döneminde psikiyatri kliniklerine başvuranların sayısı % 45 artarken, 1984’te alkolik sayısı 4 kat artmıştı (2).  Türkiye’de AKB tanısının siyasi suçlulara uygun görülmesi ise 12 Eylül sonrasına denk

düşer. O dönemde devlet, komünizmin bir hastalık olduğunu ve tedavi edilmesi gerektiğini, psikiyatrinin görevinin bu hastalığa yakalananları ıslah ederek topluma kazandırmak olduğunu belirtiyordu. Ruh sağlığı çalışanları, mesleki bilgilerini devletin muhaliflerine yönelik izlediği politikaya hizmet etmeye kullanmaları için zorlanıyordu. Bunlardan biri olan Psikiyatr Mehmet Bekaroğlu, 1983 yılında Metris Cezaevinde mecburi hizmette iken, kendisinden “komünizm hastalığını tedavi etmesini” istediklerini belirtir (3)

1984’te Psikiyatrist Prof. Dr. Ayhan Songar ise, 20. Nörolojik Bilimler ve Psikiyatri Kongresi’nde “sol eğilimli teröristlerin ağırlıkla köy kökenli olduğunu ve akrabalarında suçluluğun yüksek olduğunu, yani bunların genetik olarak suçlu olduğunu” söyler. Ayhan Songar’ın Türkiye’deki terör ve anarşi olgusuna psikiyatrik bakış getirdiğini iddia ettiği çalışması, siyasi suçlulara ama özellikle sol kanadın siyasi suçlularına Türkiye’de “psikopatinin” yani AKB’nin ilk yakıştırıldığı yerdi (2) .

Bu söylem, 80’lerden bugüne taşınmış ve sistemin muhaliflerine karşı hakim söylemi olmaya devam etmiştir. Yıl 2006 olduğunda dahi değişmeyen bu bakış açısı, bir Binbaşının vicdani ret olgusunu incelediği çalışmasında oldukça net görülebilir (4):

Vicdani retçilerin Türkiye’de askerlik yapmak istememelerinin nedeninin, barışçıl felsefi görüşleri yerine “bencillik” ve “menfaatine düşkünlük” olarak tanımlamış, Avrupa kültürüne uygun olan vicdani rettin Türk örf ve adetlerine uyum göstermediği, “askere gitmeyene kız verilmediği”, “ana sütünün helal edilmediği” kültürümüze, tamamen aykırılık gösterdiğini belirtmiştir. Ayrıca gençleri menfi propagandandan korumak maksadıyla liselerde milli güvenlik derslerinde vicdani ret konusunun işlenmesini önermiştir. Zihniyet aynı noktaya işaret eder: Vicdani ret olgusu barış arzusu ile değil ancak “bencillik ve menfaatine düşkünlükle” yani kişilikteki bir problemle açıklanabilir.

Psikiyatr Prof. Dr. Turan İtil tarafından kurulan, sonrasında bünyesine Psikiyatr Prof. Dr. Ayhan Songar’ın da katıldığı HZİ Vakfı gibi örgütler, bu misyonu canı gönülden üstleniyordu.  Siyasi mahkûmları kobay kullanmak suretiyle Amerika’da henüz piyasaya çıkmamış ilaçları denemek için deneyler yapan vakıf, 1984’te Erzurum Askeri Ceza ve Tutukevinde 100 kadar siyasi mahkuma yapıldığı bilinen deneylerde, mahkumları kobay olarak kullandılar. Siyasi mahkumlar, dirençlerinin artması için vitamin iğnesi yapıldığı yalanıyla her gün 5 iğne birden yiyor, 15 gün içinde kendilerine 50 küsur enjeksiyon yapıldığını belirtiyorlardı (3).

2700 tutuklu üzerinde araştırma yapan Turan İtil siyasi suçlular hakkında ise:  “bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki kişiyi görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Terörist olmasalar katil olurlardı. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde 40 yaşına kadar içerde tutulmaları gerek. Pahalı yöntem ama idamdan daha iyi” diyordu (5).

Dicle Üniversitesinden Kemal Balcı ise 1987 yılında işkence sorguları sırasında otokontrolü kaybettiren ve yaşanan olayları hatırlatarak söylenmesini kolaylaştıran “sodyum pentothal” adlı ilacın kullanılmasını “teröristlerden vakit kaybı olmadan bilgi toplanması için” tavsiye ediyordu (6) . Sözde katı işkencenin uygulanmasını engellemek için bulunan bu insanlık dışı çözümün kimi hallerde katı işkenceden daha acımasız olduğu düşünülebilir. Çünkü kişilerin işkenceye rağmen, konuşmama hakları mevcutken, otokontrolü kaybettiren bu ilacın kullanımı, kişinin işkenceye direnme iradesini veya onurunu her şartta koruma hakkını bile yok saymaktadır.

Psikiyatri tarihinin ilk dönem uygulamalarından biri olarak kabul edilen hipnozun ise açlık grevi yapan siyasi mahkûmlar üzerinde kullanılma talebi getiriliyordu (7)

2. Anti-sosyal kişilik bozukluğu, psikiyatrik değil, psiko-politik bir tanı haline getirilmiştir.

Sorun, sadece bu tanının bahsedilen şekilde kötüye kullanımı değildir. Türkiye Cumhuriyeti psikiyatri geleneğinin ithal psikiyatriye bağlılığı ile olmazsa olmaz koşulu saydığı Amerikan Psikiyatri Birliği’nin 2000 yılında yeniden gözden geçirilen psikiyatrik tanı ölçütleri ile (DSM IV TR) bu tanının değişime uğrayan ve politize edilen özüdür.

Şimdi Anti sosyal kişilik bozukluğunun yıllar içinde geçirdiği evrime değinelim.

AKB,  ruh sağlığı literatüründe ilk tanımlanışında hatta bir önceki versiyonlarda başlıca özelliği “acımasızlık, diğer insanların duygularını yok sayarak kendi çıkarları için kullanma, fiziksel-ruhsal acı verme ve bundan pişmanlık duymamayı” içeren “sosyopatiyi ya da psikopatiyi” tarif ederken, son sınıflandırmada gittikçe politize edilmiştir.

Tanının 1987 versiyonunda (DSM III R) (8) AKB, “silah kullanma, başkalarını cinsel eyleme zorlama, insanlara fiziksel olarak zalimane davranışlarda bulunma, hayvanlara zalimane davranışlarda bulunma, yangın çıkarma, yalan söyleme, gizlice çalma ve açıkça hırsızlık, ebeveyn olarak görevlerini ihmal, başkalarına acı vermekten pişmanlık duymama, iş hayatını sürdürmekte başarısızlık ve yasalara karşı gelme” olarak tanımlanmış. .

Ve önceki DSM’ye göre bir değişiklik yapılmış: “1 yıldan fazla süreli monogam (tekeşli) bir ilişkiyi sürdürememe”…

Fakat 1997’de değiştirilen ve   2000 yılındaki yeni versiyonunda aynı bırakılan  Anti Sosyal Kişilik Bozukluğu Tanısı (DSM IV ve DSM IV-R) bu tanıyı tamamen yeni bir hale getirmiştir. Şimdi aşağıda yazılı tanı ölçütlerini, psikiyatrik bir tanı gibi değil, eylemsellik bağlamında hareket eden siyasi bir suçluyu tarif ettiğini düşünerek okuyalım.

Tanının konulması için aşağıdaki ölçütlerden üçünün birlikte olması yeterlidir (9):

1) Tutuklanması için zemin hazırlayan eylemlerde tekrar tekrar bulunmakla belirli, yasalara uygun toplumsal davranış biçimine ayak uyduramama

2) Sürekli yalan söyleme, takma isimler kullanma ya da kişisel çıkarı, zevki için başkasını atlatma ile belirli dürüst olmayan tutum

3) Dürtüsellik ya da gelecek için tasarılar yapmama

4) Yineleyen kavga dövüşler ya da saldırılarla belirli olmak üzere sinirlilik ya da saldırganlık

5) Kendisinin ya da başkalarının güvenliği konusunda umursamazlık

6) Bir işi sürekli götürememe ya da mali yükümlülüklerini tekrar tekrar yerine getirmeme ile belli olmak üzere sürekli bir sorumsuzluk

7) Başkasına zarar vermiş olmasına karşın ilgisiz olma ya da yaptıklarına kendince mantıklı açıklamalar getirme ile belirli olmak üzere vicdan azabı çekememe

Bu metni psikiyatrik bir tanı ölçütü gibi değil, psiko-politik bir açıklama olarak okursak, suç sayılan siyasi düşünceye sahip olan ya da eylemde bulunan birinin,  politik duruşunu sürdürdükçe ve yasalar değişmedikçe tekrar tekrar ceza alacağı, hâkim siyasi irade ile şekillenen hukuka karşı hareket edebileceği gerçeği, bu tanının birinci kriteri olur.

Eğer bu tanıda bahsedilen “kişisel çıkar”dan kasıt, “kişinin kendisini koruması” anlamına geliyorsa, bunun için yalan söyleyebileceği ya da takma isimler kullanabileceği; sürekli ceza alan birinin gelecek için tasarı yapabilmesinin mümkün olmadığı; işkenceler ya da cezalar sonrasında kişinin sürekli olarak öfkeli olabileceği; politik adanmışlık nedeniyle kendi güvenliği konusunda umursamazlık gösterebileceği; bu hayat tarzının ise doğal olarak işgücü kaybı ve mali çöküş yaratacağı görülebilir .

Bir kişinin, “yaptıklarına mantıklı açıklamalar getirmesi” ise bir tanı ölçütü değil, olsa olsa düşünsel bir zorunluluktur.

Burada sayılan ölçütlerden oluşan düşünce zincirinin işaret ettiği tanı, aslında tek bir önermeden yola çıkar: suçlu olma halinden… Diğer bütün maddeler, yasaya aykırı hareket etmenin zorunlu sonucu olarak gerçekleşen ardıl durumlar olarak okunabilir.

Amerika’nın 11 Eylül olayları bahanesiyle “yabancı”dan gelen terör korkusunu önce kendi toplumuna sonra tüm dünyaya yayması ile konulması oldukça yaygınlaştırılan bu tanı, dikkate değerdir. Bu tanı vasıtasıyla, sisteme muhalif olanların sadece hukuki cezalandırılması değil, siyasi duruşlarının“kişilik bozukluğu” etiketiyle değersizleştirilmesi ve sistemin ideolojik aygıtı olarak hareket eden psikiyatri yoluyla meşrulaştırmasıdır.

Amerika’da zorunlu askerlik olmamasına karşın, vicdani ret açıklamaların özelikle savaş sırasında yapılması Türkiye’deki vicdani retçilerin maruz kaldığı uygulamalara benzer durumlarla sonuçlanmaktadır. Kevin Benderman 2003 yılında Irak savaşına katıldı ve 2005 yılında artık savaşmak istemediğini belirterek vicdani rettini açıkladı ve görevinden çekilmek istediğini belirtti. Bu çekilme talebinin karşılığı 15 ay hapis ve ordudan “dishonorable discharge” yani “şerefsizce ihraç” olarak sonuçlandı (10). Askerlik yapmayı reddetmenin “şerefsizlikle” eşdeğer tutulması sanırım her şeyimiz gibi Amerikan ordusundan ithal edilmiş olmalı!


?Travma Sonrası Stres Bozukluğu Tanısı Askerlik Sürecinde ve Sonrasında Tanınmalıdır.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSBB) yine Amerikan Psikiyatri Birliği el kitabında (DSM IV-R) şöyle tanımlanmıştır (9):
1.Kişi gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma ya da kendisinin ya da başkalarının fizik bütünlüğüne yönelik bir tehdit olayı yaşamış, böyle bir olaya tanık olmuş ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelmiştir.
2.Kişinin tepkileri arasında aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşmek vardır.
3.Bu bozukluk klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki alanlarda ya da işlevselliğin diğer alanlarında bozulmaya sebep olur.

Bu tanı incelendiğinde, askerlik sürecinin kendi başına travmatize edici etkisi açıktır. Askerlik süreci bir travmadır. Çünkü, kişileri savaşa ve savaşmaya hazırlayacak zorunlu şiddet eğitimi içinde, insani duygulardan arındırılmaya, duyarsızlaştırmaya, sorgulamadan itaate, bireysel farklılıkların yok sayılarak tektipleştirilmesine maruz kalmanın bireyler üzerinde yarattığı şey, ancak “travma” olarak adlandırılabilir. Askerlik, devletin ideolojik aygıtı olarak, barışta sivil itaati kayıtsız şartsız sağlamak, savaşta ise öğrenilen öldürme tekniklerini kullanarak sorgusuzca öldürmek ve gerekirse ölmek üzere yapılanmış, incelikle planlanmış, travmatize edici bir süreçtir. Bu bakımdan askerlik süreci “mantıksız” ya da “akıl dışı” olarak işaretlenemez. Ama kişiler üzerinde yarattığı hasar, “akıl tutulması”dır.

Buna karşın, resmi olmayan verilere göre askerlik sürecinde askerlere en çok konulan tanı “kaygı (anksiyete) bozuklukları” olmaktadır. Kaygı bozukluğu, panik ataktan sosyal fobiye kadar genişleyen bir çerçevede ele alınır. Ama bu tanının altında yer alan TSSB tanısından bilinçli olarak kaçınılmaktadır. Bu tanının bilinçli olarak tanınmıyor olması, askerlik travmasının ideolojik olarak yok sayılmasının sonucu olarak görülmelidir.

TSBB tüm demokratik ülkelerde savaş sonrası travma ile ilişkilendirilir. Hatta tanının ilk ortaya konuluş biçimi “Vietnam sendromu” adıyla olmuştur. Ülkemizde ise savaş ve askerlik haliyle TSBB’nin ilişkilendirilmesinden hala kaçınılması, askerlik-travma ilişkisinin dahi akla getirilmemesini sağlama amacındadır.

Sonuç:


?Bu nedenlerle, adı geçmişten gelen oldukça olumsuz etiketlerle ilişkilendirilmekle beraber, içeriği değiştirilerek politize edilen Anti Sosyal Kişilik Bozukluğu tanısının özellikle siyasi suçlarda ve vicdani ret olgularında kullanılmasını reddediyor ve ruh sağlığı çalışanlarını da bu tanıyı koymayı reddetmeye çağırıyoruz.
?Askeriyede çalışan ruh sağlığı uzmanlarını, askerliği “travmatik” bir süreç işaretlememek adına “kaygı bozukluğu” gibi çevresinden dolaşan kavramlarla dolu tanılar kullanmak yerine, “travma” yaşantısını tanımaya ve gerekli olduğu hallerde “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” tanısını koymaya çağırıyoruz.
?Ruh sağlığı çalışanlarını, erkek danışanları ile yaptıkları klinik görüşmelerde özellikle askerlik süreçlerini de ele alarak bu dönemdeki yaşantılarını şimdiki ruh sağlıklarını değerlendirmede detayla incelemeye ve askerliğin bireylerde yarattığı travmatik etkilere dikkati çekmeye davet ediyoruz.
?Ordu ve askerliğe dair eleştiri, sorgulama veya değiştirme talebi,  ister vicdani redçilerden, ister akademik alandan, ister sivil kesimden gelsin, insan düşüncesinin doğal eğilimi ve gelişiminin bir gereği ve garantisi olarak  “kabul edilebilir” kılınmalıdır. Bu nedenle, ordu ve askerliği sorgulanamaz değerler olarak korumaya altına alma amacıyla “halkı askerlikten soğutma suçu” adı altında, “teşvik, telkin, sevgi, duygu, sadakat borcu” gibi tamamen psikolojinin kavramları ile yaratılan, “hukuki değeri” var olmayan TCK’nın 318. maddesini bir “düşünce suçu” olarak kabul ediyor ve kaldırılmasını talep ediyoruz.

KAYNAKÇA

(1) Thomas Szasz, Vahşi Dil, Kaknüs Yayınları, 2006.

(2) Mustafa Sercan, Psikiyatrinin 12 Eylül'ü, Türki·ye Psi·ki·yatri· Derneği· Bülteni ,  Cilt 13, Sayı 2, 2010 .

(3) S.Değirmencioğlu, Güney Afrika'dan Türkiye’ye İnsanlık Dışı Uygulamaların Yanında veya İçinde Yer Alan Psikologların Peşinde, II. Eleştirel Psikoloji Sempozyumu, Eylül 2010, İstanbul.

(4) Kur. Bnb.Ersin Kaya, Vicdani Ret Uygulaması ve Türkiye, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı 8, 2006.

(5)  Doğan Şahin, 12 Eylül’e Hesaplaşma, Türki·ye Psi·ki·yatri· Derneği· Bülteni ,  Cilt 13, Sayı 2, 2010 .

(6) Şahika Yüksel, Türkiye’de İşkence Yoktur: Lancet’e Mektuplar, Türki·ye Psi·ki·yatri· Derneği· Bülteni ,  Cilt 13, Sayı 2, 2010 .

(7) Memet Bekaroğlu, 12 Eylül Cezaevlerinden F Tiplerine: Bir Politik Psikoloji Projesinin Hikâyesi, Türki·ye Psi·ki·yatri· Derneği· Bülteni ,  Cilt 13, Sayı 2, 2010 .

(8) Robert D. Hare ve ark., Psychopathy and the DSM-IV Criteria for Antisocial Personality Disorder, Journal of Abnormal Psychology, Vol 100, No: 3, 391-398. 1991.

(9) DSM IV-TR Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı, Amerikan Psikiyatri Birliği, Çev: E. Köroğlu, Hekimler Yayın Birliği, 2. Bsm., 2005.

(10) Manneken Pis dressed as "Prisoner for Peace": Demands release of prisoners, 09.01.2006, Çevirimiçi: http://www.motherearth.org/hermaja/en/index.php.

Eda Erdener* & Özge Yılmaz **

*Klinik Psikolog, İ.Ü. Adli Tıp Enst. Doktora Öğr.

**Psikolog, İ.Ü.Sinirbilim YL Öğr.,

Twitter
Facebook
© Copyright 2013 - TODAP